Herkoad Bilgi Paylaşım Platform'u

Aşık Veysel (1894-1973)

Yaşamı

Aşık Veysel (1894-1973)

 

“Üçyüzonda gelmiş idim cihana”

 

Veysel Şatıroğlu, 1894’te Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi. Veysel’in dünyaya geliş öyküsü, Anadolu köylerinde hemen birçok çocuğun yaşadığı olağan bir doğum biçimidir. Ama, bugün özellikle dışarıdan bakanlar için ilginçtir, olağandışıdır. Anlatmak gerekirse, annesi Gülizar Ana, Sivrialan dolaylarındaki Ayıpınar merasında koyun sağmaya giderken sancısı tutmuş, oracıkta dünyaya getirmiş Veysel’i. Göbeğini de kendisi kesmiş, bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüştür.

 

Veysellere yörede “Şatıroğulları” derler. Babası “Karaca” lakaplı, Ahmet adında bir çiftçidir. Veysel’in dünyaya geldiği sıralar, çiçek hastalığı Sivas yöresini kasıp kavurmaktadır. Veysel’den önce, iki kız kardeşi çiçek yüzünden yaşamlarını yitirmiştir.

 

Yedi yaşına girdiği 1901’de Sivas’ta çiçek salgını yeniden yaygınlaşır; o da yakalanır bu hastalığa. O günleri şöyle anlatıyor: “Çiçeğe yatmadan evvel anam güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeye gitmiştim. Beni sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kayarak düştüm. Bir daha kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım... Çiçek zorlu geldi. Sol gözüme çiçek beyi çıktı. Sağ gözüme de, solun zorundan olacak, perde indi. O gün bu gündür dünya başıma zindan.”

 

Bu düşmeden sonra Veysel’in belleğine bir de renk işler: Kırmızı. Düşerken büyük bir olasılıkla elinde sıyrık oluyor, kanıyor. Bunu eşi Gülizar Ana şöyle anlatıyor: “Bilinmez değilsin, renklerden yalnız kırmızıyı hatırladı. Gözleri gönlüne çevrilmeden önce, yani çiçek hastalığına yakalanmadan önce düşmüştü. Kan görmüştü. Kanın rengini hatırlardı yalnız. Kırmızıyı... Yeşili de elleriyle bulur ve severdi.”

 

Sağ gözünün görme şansı varmış, ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle o sıralar. Yalnız yakınlardaki Akdağmağdeni’nde doktor varmış. Babasına “Çocuğu Akdağmadeni’ne götür, orada gözünü açacak bir doktor var” demişler. Sevinmiş babası.

 

Ne var ki, olumsuzluklar yakasını bırakmamış Veysel’in. “Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince; babasının elinde bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermiş. O göz de akıp gitmiş böylece.”

 

Ali adında bir ağabeyisi ve Elif adında bir kızkardeşi varmış Veysel’in. Tüm aile çok üzülmüş, günlerce gözyaşı dökmüş bu hale. Bundan böyle bacısı elinden tutarak gezdirmeye, dolaştırmaya başlar Veysel’i. Gittikçe içine kapanmaktadır Veysel.

 

Bağlamayla İlk Tanışması

 

Emlek yöresi olarak adlandırılan Sivas’ın bu âşığı/ozanı bol diyarında, Veysel’in babası da şiire meraklı, tekkeyle içli-dışlı biriymiş. Veysel’in dertlerini birazcık da olsa unutacağı bir uğraş olsun diye bir saz verir eline. Halk ozanlarından da şiirler okuyup, ezberleterek avutmağa çalışırmış oğlunu. Ayrıca yöre ozanları da zaman zaman babası Şatıroğlu Ahmet’in evine uğrar, çalıp söylermiş. Merakla dinlermiş bunları Veysel. Komşuları Molla Hüseyin de sazını düzenler, kırılan tellerini takarmış.

 

İlk bağlama derslerini babasının arkadaşı olan Divriği’nin köylerinden Çamışıhlı Ali Ağa’dan (Âşık Alâ) almış. Kendini de iyice bağlamaya vermiş; usta malı şiirlerden çalıp söylemeye başlamış. Karanlık dünyasını aydınlatan ozanlar dünyasıyla Çamışıhlı Ali tanıştırıyor daha çok Veysel’i. Pir Sultan Abdal, Karaoğlan, Dertli, Rühsati gibi usta ozanların dünyalarıyla tanışıyor böylece.

 

“Âşık Veysel’in hayatında ikinci mühim değişiklik seferberlikte başlamıştır. Kardeşi Ali de cepheye gitmiş, küçük Veysel kırık telli sazıyla yalnız kalmıştır. Harp patladıktan sonra Veysel’in bütün arkadaşları, emsalleri cepheye koşuyorlar. Veysel bundan da mahrum...

 

Böylece münzevi olan ruhunda ikinci bir inziva da açılmıştır. Arkadaşsızlık acısı, sefalet, onu çok bedbin, umutsuz ve mahzun ediyor. Artık küçük bahçesindeki armut ağacının altında yatıp kalkmakta, geceleri ağaçların ta tepelerine çıkarak içindeki derdini göklere ve karanlıklara bırakmaktadır.”

 

O günlerini Aşık Veysel şöyle anlatır Enver Gökçe’ye;

 

“Eve girerim, yüzüm asık: anam babam halimi bilmez. Ben onlara derdimi, dokunmasın diye, açamam. Onlar benim kafa tuttuğumu zannederler, bense derdimi dökmekten çekinirim, öyle ki, sazdan bile farır gibi oldum.”Bunda biraz Anadolu’da “erkek oğlan” olgusunun etkisi varsa, daha çok Veysel’in vatanseverliğinin, vatana olan borcunu ödeme duygusunun ağırlığı vardır. Sonradan şöyle dizeleştirir bunu:

 

“Ne yazık ki bana olmadı kısmet
Düşmanı denize dökerken millet
Felek kırdı kolumu, vermedi nöbet
Kılıç vurmak için düşman başına.

 

Bugünler müyesser olsaydı bana
Minnet etmez idim bir kaşık kana
Mukadder harici gelmez meydana
Neler geldi bu Veysel’in başına.”

 

Veysel’in annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru “belki biz ölürüz ve kardeşi Veysel’e bakamaz” düşüncesiyle Veysel’i Esma adında, akrabalarından bir kızla evlendiriyorlar. Esma’dan bir kız, bir oğlu oluyor Veysel’in. Oğlan çocuğu daha on günlükken annesinin memesi ağzında kalarak ölüyor... Veysel’in acıları bununla da bitmiyor; aksilikler, talihsizlikler üst üste gelmeye başlıyor.

 

1921’in 24 Şubat’ında annesi bir gün ondan onsekiz ay sonra da babası ölüyor. Bu arada bağ, bostan işleriyle uğraşıyor. Köye de bir çok âşık gelip gitmekte, Karacaoğlan’dan, Emrah’tan, Âşık Sıtkı, Âşık Veli gibi saz şairlerinden çalıp söylemektedirler.

 

Köy odalarındaki bu âşık fasıllarından Veysel de geri kalmamaktadır.

Ağabeysi Ali’nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir azap (hizmetkar) tutuyorlar. Bu hizmetkar ileride Veysel’in bağrında açılacak başka yaranın sebebi olacaktır. Bir gün Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali de keven toplamakta iken, Veysel’in ilk eşi olan Esma’yı kandırarak kaçırıyor bu yanaşma. Veysel’in acılı yaşamına bir acı daha ekleniyor böylece.

Karısı bir başına bırakıp gittiğinde Veysel’in kucağında henüz altı aylık kızı varmış. İki yıl kucağında gezdirmiş Veysel onu, ne çare o da yaşamamış.

 

Bir şiirinde dile getirdiği gibi:

 

“Talih çile kadar sözü bir etmiş,
Her nereye gitsem gezer peşimde.”

 

“O artık alemden, bu diyardan uzaklaşmak, göçmek isteyen bir ruh haleti içindedir. 1928’de en iyi arkadaşı olan İbrahim ile Adana’ya gitmeye karar veriyorlar. Fakat Sivas’ın Karaçayır köyünde Deli Süleyman isminde birisi âşığı bu ilk seyahatinden vazgeçiriyor.

 

Veysel’i dinleyelim:

 

“Bu adam, saz çalarım dinler, söze başlarım keser. Gideyim derim, ‘ah kivra, çoluk çocuk ağlaşıyor, gel gitme’ diye elime ayağıma düşer. Nihayet dayanamadım, gitmiyorum vesselâm diye bu seyahatten vazgeçtim.”

 

Veysel’in köyünden ilk ayrılışı şöyledir:

 

Zara’nın Barzan Baleni köyünden Kasım adında birisi Veysel’i köyüne götürerek iki üç ay beraber yaşıyorlar. Kendisini Adana’ya göndermeyen Deli Süleyman, Sivas’lı Kalaycı Hüseyin, Veysel’e yol arkadaşlığı ediyorlar. Dönüşte Veysel, Hafik’in Yalıncak köyüne ve Zara’nın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir saz alıyor; Sivas’tan Sivrialan’a dönerlerken arkadaşları bir “üç kağıtçı” grubuna yakalanarak bütün paralarını kaybediyorlar. Arkadaşları Veysel’in 9 lirasını da alarak kumara veriyorlar. Veysel bu hadiseden bir müddet sonra Hafik’in Karayaprak köyünden Gülizar adlı bir kadınla evleniyor.”

 

1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kuruyorlar. Ve 5 Aralık 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramı’nı düzenliyorlar. Böylece Veysel’in yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başlıyor. Denebilir ki, Veysel için A.Kutsi Tecer’le tanışması hayatında yeni bir başlangıcı işaretliyor.

 

1933’e kadar usta ozanlarından şiirlerinden çalıp söylüyor. Cumhuriyet’in onuncu yıldönümünde Amet Kutsi Tecer’in direktifleriyle bütün halk ozanları cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal üzerine şiirler düzmüşler. Bunlar arasında  Veysel de var.

 

Veysel’in günışığına çıkan ilk şiiri böylece “Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası”... dizesiyle başlayan şiir oluyor. Bu şiirin gün yüzüne çıkışı, Veysel’in de köyünden dışarıya çıkması oluyor. O zaman Sivrialan’ın bağlı olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza Bey, Veysel’in bu destanını çok beğeniyor, “Ankara’ya gönderelim” diye istiyor.

 

Veysel de “Ata’ya ben giderim” diye vefalı arkadaşı İbrahim ile yayan yola düşüyor. Karakışta yalınayak, başı kabak yola çıkan bu iki arı gönül, bu iki insan örneği, üç ay yol çiğneyerek Ankara’ya geliyorlar. Veysel Ankara’da konuksever tanıdıkların evlerinde kırkbeş gün misafir kalıyor. Destanı Atatürk’e getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı Atatürk’e okumak kısmet olmuyor.

 

Eşi Gülizar Ana: “Ata’ya gidemediğine bir, askere gidemediğine iki; yanardı ki o kadar olur...” diyor. Ancak, Hakimiyet-i Milliye (Ulus) basımevinde destanı gazeteye veriliyor. Destan gazetede üç gün boyunca yayınlanıyor. Bundan sonra da bütün yurdu dolaşmaya, dolaştığı yerlerde çalıp-söylemeye başlıyor, seviliyor, saygı görüyor.

 

O günleri şöyle anlatıyor:

 

“Köyden çıktık. Yaya olarak Yozgat köylerinden Çorum-Çankırı köylerinden geçip üç ayda Ankara’ya gelebildik. Otele gitsek para yok. ‘Nere gidek? Nasıl Edek?” diye düşünüyoruz.

 

Dediler ki: “Burada Erzurumlu bir Paşa Dayı var. O adam misafirperverdir.” O zamanlar Dağardı diyorlardı, (şimdiki Atıf Bey Mahallesi) orada ev yaptırmış Paşa Dayı. Gittik oraya. Adamcağız hakikaten misafir etti. Birkaç gün kaldık o zaman, Ankara’da, şimdiki gibi kamyon filan yok. Bütün işler at arabalarıyla görülüyor.

 

At arabaları olan, Hasan Efendi adında bir adamla tanıştık. O, bizi evine götürdü. Kırkbeş gün Hasan Efendi’nin evinde kaldık. Gideriz, gezeriz, geliriz; adam yemeğimizi, yatağımızı, herşeyimizi sağlar.

 

Dedim ki: -‘Hasan Efendi biz buraya gezmek için gelmedik! Bizim bir destanımız var. Bunu, Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz! Nasıl ederiz? Ne yaparız?’

 

Dedi ki: ‘Vallahi ben böyle işlerle ilgili değilim. Burada bir milletvekili var. Adı Mustafa Bey, soyadını unuttum. Bu işi ona anlatmak gerek. Belki size o yardımcı olabilir.’

 

Gittik Mustafa Bey’e derdimizi anlattık. Öyle böyle bir destanımız var. Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz. ‘Bize yardım et!’ dedik.

 

Dedi ki: ‘Amaan! Şimdi şaire falan önem veren yok. Kıyıda köşede çalın çağırın. Geçin gidin!‘ ‘Yok öyle değil dedik. Biz destanımızı okuyacağız, Mustafa Kemal’e!’

 

Milletvekili Mustafa Bey, ‘okuyun da bir dinleyeyim bakayım’ dedi. Okuduk dinledi. O zamanlar Ankara’da çıkan Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’yle konuşacağını söyledi. ‘Yarın bana gelin!’ dedi.  Gittik. ‘Ben karışmam’ dedi. Sonunda kesti attı. Biz ordan döndük geldik. ‘Ne yapsak?’ diye düşünüyoruz. Sonunda, ‘Matbaaya biz gidelim’ dedik. Saza, tel alıp takmak eski telleri yenilemek de gerekti.

 

Ulus Meydanı’ndaki çarşıya, o zamanlar Karaoğlan Çarşısı diyorlardı. Saz teli almak için Karaoğlan Çarşısı’na yürüdük. Ayağımızda çarık. Bacağımızda şal-şalvar, şal-ceket, belimizde kocaman bir kuşak.!

 

Efendim polis geldi: -‘Girmeyin’ dedi. ‘Çarşıya girmek yasak!’ Bizi tel alacağımız çarşıya sokmadı.

Polis: ‘Yasak diyoruz. Siz yasaktan anlamaz mısınız? Orası kalabalık. Kalabalığa girmeyin!’ diye diretti. ‘Peki girmeyelim’ dedik. Polisi güya salmış gibi yürümeye devam ettik. Adam geldi, arkadaşım İbrahim’e çıkıştı. ‘Kafadan gayri müsellah mısın? Girmeyin diyorum. Beynini patlatırım senin!’ diye çıkıştı.

 

‘Beyefendi biz dinlemiyoruz! Biz çarşıdan saz teli alacağız!’ dedik. O zaman polis, İbrahim’e: ‘Tel alacaksan bu adamı bir yere oturt. Git telini al!’ Neyse gitti İbrahim teli aldı geldi. Tel taktık. Ama sabahleyin çarşıdan da geçemiyoruz. Sonunda matbaayı bulduk.‘Ne istiyorsunuz?’ dedi müdür. ‘Bir destanımız var. Gazeteye vereceğiz!’ dedik.

‘Çalın bakayım; bir dinleyeyim!’ dedi. Çaldık dinledi!

 

‘Ooo! Çok iyi’ dedi. ‘Çok güzel.’ Yazdılar. ‘Yarın gazetede çıkar’ dediler. ‘Gelin de gazete alın!’ Orada bize  telif hakkı olarak biraz da para verdiler. Sabahleyin gidip 5-6 gazete aldık. Çarşıya çıktık.

 

Polisler: ‘Oooo! Âşık Veysel siz misiniz? Rahat edin efendim! Kahvelere girin! Oturun!’ dediler. Bir iltifat başladı ki sormayın! Çarşıda bir zaman gezdik. Fakat yine Mustafa Kemal’den ses yok.

 

Dedik: ‘Bu iş olmayacak.’ Amma Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde destanımı üç gün birbiri üstüne yayınladılar. Mustafa Kemal’den yine ses çıkmadı. Köye dönmeye karar verdik. Fakat cebimizde yol paramız da yok. Ankara’da bir avukatla tanışmıştık.

 

Avukat: ‘Ben belediye başkanına bir mektup yazayım. Belediye sizi köyünüze parasız gönderir!...’ dedi. Elimize bir mektup verdi. Belediyeye gittik. Orada bize dediler ki: ‘Siz sanatkâr adamsınız. Nasıl geldinizse öyle gidersiniz!’

 

Döndük avukata geldik. ‘Ne yaptınız?’dedi. Anlattık. ‘Durun bir de valiye yazalım!’ dedi. Valiye de dilekçe yazdı. Valiye dilekçemizi imzalayıp yine Belediyeye buyurdu. Belediyeye ilettik. Belediye bize: ‘Yok!’ dedi. ‘Paramız yok! Sizi gönderemeyiz!’ dedi.

Avukat içerledi ve kahretti: ‘Gidin! İşinize gidin!’ dedi. ‘Ankara Belediyesi’nin sizin için parası yokmuş; tükenmiş!’ dedi. Acıdım avukata.

 

‘Nasıl edelim? Ne edelim?’ derken bir de ‘Halkevi’ne uğrayalım bakalım. Belki oradan bir şey çıkar’ diye düşündük. Mustafa Kemal’e gidemiyok. Halkevine gidek. Bu defa, Halkevine, bizi kapıcılar bırakmıyor ki girelim. Orada dinelip duruyorduk.

 

İçeriden bir adam çıktı: ‘Ne geziyorsunuz burada? Ne yapıyorsunuz?’ diye sordu.

‘Halkevine gireceğiz ama bırakmıyorlar!’ diye cevap verdik. ‘Bırakın! bu adamlar, tanınmış adamlar! Âşık Veysel bu!’ dedi. O içeriden çıkan adam, bizi edebiyat şubesi müdürüne gönderdi.

 

Orada: ‘Ooo! Buyurun! Buyurun! dediler.  Halkevinde bazı milletvekilleri varmış. Şube müdürü onları çağırdı: ‘Gelin halk şairleri var, dinleyin.’ dedi.

Eski milletvekillerinden Necib Ali Bey: ‘Yahu dedi bunlar fakir adamlar. Bunlara bakalım. Bunlara birer kat elbise de yaptırmalı. Pazar günü de Halkevinde bir konser versinler!’

Hakikaten bize, birer takım elbise aldılar. Biz de o Pazar günü Ankara Halkevi’nde bir konser verdik. Konserden sonra cebimize para da koydular. Ankara’dan köyümüze işte o parayla döndük.

 

Plağa okuduğu ilk türkü ise, Emlek yöresinin ünlü ozanlarından Âşık İzzeti’nin:

 

Mecnunum, Leyla’mı gördüm
Bir kerrece baktı geçti.
Ne söyledi ne de sordum
Kaşlarını yıktı geçti

 

Soramadım bir çift sözü
Ay mıydı gün müydü, yüzü
Sandım ki zühre yıldızı
Şavkı beni yaktı geçti.

 

Ateşinden duramadım
Ben bu sırra eremedim
Seher vakti göremedim
Yıldız gibi aktı geçti.

 

Bilmem hangi burç yıldızı
Bu dertler yareler bizi
Gamzen oku bazı bazı

Yar sineme çaktı geçti..

 

İzzetî, bu ne hikmet iş
Uyur iken gördüm bir düş
Zülüflerin kement etmiş,
Yar bonuma taktı geçti.    şiiridir.

Köy Enstitüleri’nin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecer’in katkılarıyla, sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri’nde saz öğretmenliği yapıyor. Bu okullarda Türkiye’nin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıyla tanışma olanağı buluyor, şiirini iyiden iyiye geliştiriyor.

 

1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Âşık Veysel’e, “Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü” 500 lira aylık bağlanmıştır.

 

21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 3.30’da doğduğu köy olan Sivrialan’da, şimdi adına müze olarak düzenlenen evde Hâk'a yürüdü.

 

Âşık Veysel’in yaşamını özetlemek gerekirse, Erdoğan Alkan’ın şu betimlemesi en güzel cümleleri oluşturur: “Kızılırmak soru işaretine benzer, Zara’dan doğar, Hafik ve Şarkışla’dan sonra Sivas topraklarını terkeder. Bir yay çizip Kayseri’yi, Nevşehir’i, Kırşehir’i, Ankara’yı ve Çorum’u sular, Samsun’un Bafra ilçesinde denize dökülür,

 

Âşık Veysel’in yaşam öyküsü Kızılırmak gibidir. Bir ucu Bafra’dadır, bir ucu da Zara’da. Bafra’ya dek uzanan acılı bir yaşam Zara’nın doğusundaki Kızıldağ’ın gür sularıyla beslenip sona erer.”

 

Sanatı ve Dünya Görüşü

 

Hem yaslandığı köy / kasaba kültürünün etkisi hem de çağdaş anlamda bir eğitim olanağından yararlanamamanın getirdiği doğal sonuçla, köy / kırsal kesiminin kaderci dünya görüşü onda da egemendir. Bunları söylerken, Veysel’in içerisinde bulunduğu ruh halinin de değerlendirilmesinden yanayım. Kuşkusuz, çocukluk ve gençlik yıllarında yaşadığı bir yığın olumsuz etkinin, yaşama bakışını, onu nasıl bir küskünlüğe ittiğini görmezden gelemeyiz.

 

Bir sanatçının dünya görüşünü elbette, yaşadığı sosyal çevre belirler. Bunu biraz daha somutlaştırırsak, içerisinde yaşadığı maddi yaşam koşulları belirler. Âşık Veysel’in yaşadığı sosyal çevre, köy ile kasaba kültüren sahip, ekonomik anlamda tarıma dayalı, kapitalizm öncesi üretim biçimleri egemen, sanayileşme sıfır... Bir de ekonomik yapının paralelinde, eğitim-öğretim gibi etkenlerin düşüklüğü, savaştan yeni çıkmış bir toplumun ekonomik ezikliği eklenip, çiçekten telef olan insanların coğrafyası düşünülürse, Veysel’i biçimlendiren sosyal çevre çok kolay anlaşılır.

 

Bir de toplumsal / sosyal çevrenin yazılı kültürden uzaklığı, bütün edebi / sanatsal birikimini sözlü kültürüyle oluşturduğu gerçeği gözardı edilmezse, bu koşullar içerisindeki sanatçı tipinin anlaşılması daha kolay olur. Bu sosyal çevreye, üstüne üstlük bir de göz gibi bir organını yitirmiş insanın fiziki eksikliği eklenirse Veysel’i anlamak, şiirlerini de yerli yerine oturtmak daha kolay olur.

Gözlerinin görmeyişi, onu bütünüyle etkilemiştir.

 

Öyle ki:

 

“Kuş olsan da kurtulmazdın elimden
Eğer görsem idi göz ile seni”

Derken Âşık Veysel’in bu anlamda duyduğu hasretin ne kadar derin olduğu kolaylıkla anlaşılır.

 

Adnan Binyazar, Veysel’deki görme eksikliğini, onun dizeleriyle yorumlarken “bal”a “tuz” katılmıştır diye vurguluyor. Gerçi Âşık Veysel çoğu kere olumsuzluklardan feleği suçlu bulup, sebebi orada ararken; öte yandan okul gibi, fabrika gibi, hastane gibi hayatta somut işlerliği olan atılımların, pozitif unsurların şiirini de yazar.

 

Bu bakımdan ondaki feleğe yaslanmayı, kaderciliği bilimin karşısında bir kadercilik, körükörüne bir saplantı olarak algılamamak gerekir.

 

“Dünya tebdil oldu durum değişti,
Kimi aya gider kimi cennete”

derken, onun bilimsel gelişmelere kulak kabartırken, karşılaştırma yaptığı etkenleri de değerlendirme bakımından ciddi bir perspektif oluşturduğunu görürüz, “ay” ve “cennet” kavramlarını bir bakıma iki değişik inanma biçimi anlamında kullanıyor o.

 

Sonra bir başka şiirinde:

 

“Dünyanın en zengin aklını gördüm
Sermayesin sordum dedi ki okul.
İnsanlara hizmet yaptığın yardım,
Merhametin duygum dedi ki okul.“ diyor.

Bu ve bu türden başka örnekler, Âşık Veysel’deki tanrı / felek gibi doğaötesi kavramların bir bağnazlık ya da tek çareymiş gibi gösterilmediğini belirtiyor. Bu bakımdan onda

herhangi bir katılık göremeyiz. Esnektir, hoşgörüdür.

 

Zaman zaman umutsuzluk ve hiçlik duygusuna kapılsa da Veysel, büsbütün yaşama sarılmayı elden bırakmaz. Yaşamı anlama ve anlamlandırma çabası sürekli ağır basar. Ayrıca “ahiret” kavramı da ondan derin değildir.

 

“Âşık Veysel’in belirgin bir felsefesi var mıydı?”

 

sorusuna Ruhi Su şu yanıtı veriyor: “Felsefe sözcüğü ile toplumun içinde Veysel’in önerdiği ya da benimsediği bir düşünce biçimi var mıydı diye soruyorsanız, vardı elbet. Bütün iyi niyetli, babacan insanlarımız gibi, o da çalışmayı öğütlerdi. Yerine göre, geleneklerimize bağlı kalmayı önerdiği de olurdu. Kendi inancı sevgiye, hoşgörüye ve insanın yaratıcı gücüne dayanan bir inançtı, ama toplumdaki gelişmeler hakkında ne düşündüğü sorulduğu zaman, ne söylemesini istediklerini sezecek kadar da akıllıydı.”

 

Veysel’in bir özelliği de şu:

 

Dinî şekilciliğin baskısına dayanmaması onu kırmaya çalışması, Allah ile samimi, senli benli olması. Daha doğrusu Bektaşi geleneğine bağlılığı... Tanrıya hitap şiirinde olduğu gibi:

 

“Kainatı sen yarattın
Her şeyi yoktan var ettin
Beni çıplak dışar attın
Cömertliğin nerde senin.”

Nejat Birdoğan, “Kimi şiirinde Veysel’i düşünce olarak coşkulu, ozan olarak henüz yetersiz buluruz. Aslında bu tür şiirlerinin daha sonrakilerinde bile bir ozandan çok bir toplum eğitmeni Veysel’i görürüz.

 

Bu çalışmalarında Veysel cumhuriyetin korunmasında ve ulus bütünlüğüne yardımcı olarak şiiri bir araç gibi görür. Davranışlarında da böyledir. Düşünce olarak tertemiz bir adamın eylemlerinde de namuslu, çalışkan olduğu ve özellikle doğru tanılara

başvurduğu gözlenir. Kızılırmak üzerinde Kaplan Deresi Köprüsü’nü köy köy dolaşıp para toplayarak yaptırması ondaki bu sorumluluğun bir göstergesidir.

 

Ama bize kalırsa Veysel’den en olgun şiirler insanı ve insanla ilgili öğeleri konu alan şiirlerdir. Bu deyişlerde Veysel, insanın kaynağından başlayarak bir gövdede canlanmasını, bu süre içerisinde nasıl çalışması, nasıl davranması gerektiğini ve bu yolun sonunda gene kaynağına dönmesini anlatır. Bir başka tanımla tasavvuf ozanı Veysel vardır bu deyişlerde. Bağlı olduğu inancın ıssız bir Anadolu köyünde kendisine aşıladığı bu duygular, Veysel’de gönül gözü ile geliştirilmiş, Veysel Aleviliğin büyük sırrını gönlünde çözmüştür.” diye değerlendirmektedir.

Batıl inançlara, çağdışı tutuma karşı olan Veysel, bu konuda da oldukça duyarlıdır.

 

“Devri Cumhuriyet asırı yirmi
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
Dünya ayaklanmış aya gidiyor
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş

Bu şiiri bile tek başına yukarıda onun hakkında vurguladığım belirlemeleri aydınlatacak niteliktedir. Görüldüğü üzere, o toplumdaki değer yargılarını hayatın somut gerçekleriyle örneklendirerek eleştiriyor. Taraf oluyor burada Veysel. Bilimden yana, aydınlıktan yana, gelişmeden, somut gerçeklerden yana taraf oluyor. “Bırak sar’öküzün varsın yayılsın” derken, “Dünyanın sarı öküzün boynuzları üzerinde durduğu” inancıyla alay ediyor. Gözlerine set çekme diyor. Sonra, Tanrı’yı insanlaştırıyor, Allah’ın varlığı mevcut insanda” diyor.

 

“Ancak, temel görüşlerine, açısına bakacak olursak, Veysel, bir toplumcu bilinç açısıyla, bilinçli bir toplumcu ozan açısıyla yanaşmamıştır bu konuya. Veysel kendisine doğal gelen bu ayrıcalıkları Tanrıya, kadere ve doğal gibi gördüğü birtakım güçlere atfetmiştir. Karşısına aldığı toplumsal düzen değil, doğal düzendir.”

 

“Onun sanatı var olanı öven, mevcuda kanaat eden romantik sanattır” türünden vurgulamalarla Veysel’i dar çerçevede ele almanın, kestirmeden yargıda bulunmanın ne Âşık Veysel’i  anlamaya katkısı olacaktır, ne de bu vurgulamayı yapan araştırmacılarda gözlendiği üzere, geleneği ve geleneği sürdürenlerin çok yetkin oldukları savını kanıtlamaya.

 

Oysa Âşık Veysel, yaşamıyla, yaptıklarıyla, şiirleriyle vardır. Değerlendirmelerimizi bu somut gerçeklikten hareket ederek yaparsak, anlamlı bir katkıda bulunmuş olabiliriz.

Yukarıdaki vurgulamalarda da değindiğim gibi, Âşık Veysel içerisinde bulunduğu kültürel ortam açısından köy-kasaba mekânında yetişmiş, bu çevrenin değerleriyle örgütlenmiş bir sosyal düzenin insanıdır.

 

Köylülüğün getirdiği tipik bir özellik de, tutarsızlıktır. Onun içerisinden çıktığı kültürün terimiyle söylersek “vefasızlık” onda da görülür. Özellikle, onun gelişmesinde, tanınmasında, sesinin ve sözünün yaygınlaşmasında büyük katkısı olan Halkevleri, Köy Enstitüleri gibi kurumlara karşı Veysel, yaşadıkları sürece sahip çıkmış, övgüler dizmiştir, ama onlar kapatılınca pek oralı olmamış, tepki göstermemiştir. En büyük zaafı da budur.

 

Gelenek ve Âşık Veysel

 

Bütün halklar da olduğu gibi, Türkler’in de en eski sanat ürünleri büyüsel törenlerden kaynaklanmaktadır. Türk Edebiyatı tarihine ilişkin mükemmel denebilecek kaynakların bulunmayışı, biraz geniş bir alana yayılmalarından ve hareket halinde olmalarından kaynaklanıyorsa da, biraz da yazılı edebiyatının çok geç tarihlerde oluşmaya başlamasından ileri gelmektedir.

 

Hatta, Türk Edebiyatı ve tarihine ilişkin en eski belgeleri de Çin kaynaklarından öğreniyor olmamız da bunu açıkça gösteriyor. “En eski Türk şairleri – Tonguzlar’ın Şaman, Mogol ve Boryatlar’ın Bo veya Bugue, Yakutlar’ın Oyun (Ouioun), Altay Türkleri’nin Kam, Samoitler’in Tadibei, Finovalar’ın Tietoejoe, yani bakıcı, Kırgızlar’ın Baksı-Bakşı, Oğuzlar’ın Ozan dedikleri –sahir-şair’lerdir. Sihirbazlık, rakkaslık, mûsikişinâsilik, hekimlik gibi birçok vasıfları kendilerinde toplayan bu adamların, halk arasında büyük bir yer ve ehemmiyetleri vardı.

 

Muhtelif zaman ve mekanlarda bunlara verilen ehemmiyet derecesi, kıyafetleri, kullandıkları mûsiki aletleri, yaptıkları işlerin şekli tabiî değişiyor; fakat semadaki ma’butlara kurban sunmak, ölünün ruhunu yerin dibine göndermek, fenalıklar, hastalıklar ve ölümler gibi fena cinler tarafından gelen işleri önlemek, hastalıkları tedavi eylemek, bazı ölülerin ruhlarını semaya yollamak, hatıralarını yaşatmak gibi muhtelif vazifeler hep ona aittir.

 

Bütün bu muhtelif işler için tabiî muhtelif ayinler vardı. Bunların bir kısmı unutulmakla, yahut şekil değiştirmekle beraber, bir kısmı hâlâ Kırgızlar’da, Altaylar’da, Kazaklar’da yaşamaktadır. Şaman yahut baksı, bu ayinlerde istiğrak hâline gelerek birtakım şiirler okur ve onları kendi mûsiki aletiyle çalar, beste ile beraber olan ve sihirli bir mâhiyeti haiz sayılan bu güfteler, Türk şiirinin en eski şeklini teşkil etmektedir.”

Bu ayinlerde kullanılan müzik aletlerinden biri davulsa, kuşkusuz diğeri de kopuzdur. Abdülkadir İnan XI.  yüzyıl tarihçilerinden Gardizi’ye dayanarak, Eski Yenisey Kırgızları’nın şaman ayinlerinde saz çaldıklarını belirtir. Abdülkadir İnan “Bugünkü Kırgız Kazak baksıları kopuz kullanırlar.

 

Eski Oğuzlar’da, İslam’dan sonra, şamanizm geleneklerini devam ettiren ozan’lar kopuzu mübarek saymışlardır. Dede Korkut her hikayede kopuzu ile meydana çıkıyor, ad verirken, dua (alkış) ederken hep kopuz çalıyor; Oğuz kahramanı kopuzun sesinden kuvvet alarak mücadelede galip oluyor.” der.

 

Bizim ozanlarımızın çaldıkları çalgının bu ayinlerde kullanıldığını gösteren kanıtlar fazlasıyla vardır. XIV-XV. yüzyıllardan yazıya geçirildiği sanılan, Dede Korkut Hikayelerinde de kopuza ilişkin kutsal davranışların varlığını görüyoruz. “Uşun Koca Oğlu Segrek Boyu” adlı hikayede: “-Bre kâfir, Dedem Korkut’un kopuzunun hürmetine (adına), çalmadım! dedi, eğer elinde kopuz olmasaydı, ağamın başı için, seni iki parça kılardım! Çekti kopuzu elinden aldı.” diye geçmektedir.

 

Bütün ilkel topluluklarda görüldüğü üzere, eski Türk topluluklarında da ozan ya da kam, baksı gibi adlarla anılan bu kişilikler, söz söylemeye, saz / kopuz / davul çalma gibi yeteneklerin yanısıra, büyücülük, hekimlik vb. çeşitli görevleri de üzerlerinde toplamışlardır. Bu bakımdan da toplum üzerinde oldukça etkindirler.

İş bölümünün yaygınlaşması ozan, kam, baksı gibi toplumun ileri gelen ve birçok işi birarada yürüten bu kişiliklerini de değiştirmiş, dinsel törenler için din adamları, sağaltım için hekim, vb. meslekler gelişmiştir.

 

“İslamiyet’in kabulü ile terkedildiği düşünülen Ozan-Baksı geleneğinin, beş asır sonra birdenbire İslami biçimde ortaya çıkması kanaatimizce mümkün değildir.” diyen Prof. Dr. Umay Günay, bunu şöyle açıklıyor: “Bu edebiyatın geçiş devri ile ilgili örneklerin şimdiye kadar tespit edilememiş olması şansızlıktır.

 

İslamiyet’in kabulünden sonra yeni bir yurt  edinme gayreti ve mücadelesi içinde olan Türklerin bu dönemde yeni dini benimseme ve yayma çabası ile bugün Tekke Edebiyatı adı ile anılan tarzda eser vermeleri ve bunlara daha çok itibar etmeleri makul bir düşüncedir. Ancak unutulmamalıdır ki bu konudaki ilk eserlerde Arap-Fars edebiyatından daha sonraki yüzyıllarda alınan nazım şekilleri ve nazım unsurları ile değil, milli nazım şekillerimiz ve unsurlarımız dahilinde meydana getirilmiştir.

 

Ozan-baksı geleneği ile bu arada bir ölçüde Tekke tarzında tesirli olurken diğer taraftan yok olmama çabası göstermiş ve kendi kural ve kalıplarını daima sahip olduğu bir esnekliği kullanarak yeni şartlara uydurmuştur.

 

XV. yüzyılda yazıya geçirildiği XI-XII. yüzyıllarda teşekkül ettiği kabul edilen Dede Korkut hikayelerindeki ozan tipi ve şiir icra geleneği ayrıca hikaye kahramanlarının zaman zaman karşılaştıkları olayları ve duygularını anlatmak için sazlarını ellerine alarak deyişler söylemeleri XVI. asırdan günümüze kadar izlediğimiz Âşık Edebiyatından farklı değildir.

 

Ozan-Baksı geleneğinin hususiyetlerinden olan büyücülük, hekimlik, din adamlığı gibi hususiyetler İslamiyet’ten sonra terkedilmiştir. Âşıklar eğitimciliği ve sanat temsilciliğini üstlenmiştir.” Âşık olarak adlandırılan sanatçı tipi, şiir, nazım ve düz yazı karışımı bir öykü çeşidinin yaratıcısı olarak tanımlanmakta. Boratav: “... Bir yönüyle eski destan (épopé) geleneği sürdüren, ama başka bir yönüyle, adının da belirttiği gibi “sevda şiirleri” (lirik türden şiirler) söylemekle görevlenmiş bir sanatçıdır.

 

Onun yaratıcılığı irtical iledir: Şiiri yazmaz, söyler. Onda şiir müzikten ayrılmaz; demek ki sadece söylemez, çalar ve çağırır. Âşıklar düz konuşma biçiminde söylemekle şiir söylemeyi dilden söylemek ve telden söylemek deyimleriyle ayırırlar; bununla Âşık’ın şiirini söylerken sözlere eşlik eden müzik aracının, sazın, Âşık’ın şiirlerinden ayrılmaz bir öğe olduğu anlatılmak istenir.” diyor ve ekliyor:

 

“Demek ki Âşık şiiri sözlü gelenekte oluşan ve gelişen bir sanattır; müzikten ayrı düşünülmeyeceği, bir kerteye kadar “seyirlik-dramatik” öğeleri olan “katışık” bir anlatı sanatını kapsar.”

 

Âşık Veysel’i bu gelenek içerisinde düşündüğümüzde, Âşık Edebiyatı’nda gördüğümüz ve giderek bir Âşık Edebiyatı esası olan bade içme / buta  alma kavramının onda görülmediğini, usta-çırak ilişkisinin de, yaşam öyküsü bölümünde de ayrıntılı olarak görüldüğü gibi, Âşık Veysel’de bir yol gösterme biçiminde ortaya çıktığını, gelenekle öyle içiçe bir durum sergilemediğini görürüz.

 

Gelenekte görülen usta çırak ilişkisi, bir ustanın yanında hem sazı öğrenmek ve geleneği öğrenmek hem de bir süre birlikte dolaşmakla belirir. Âşık Veysel’de durum pek böyle değildir. Örneğin, Âşık Veysel bade içmemiştir. Badesiz Âşıktır.

 

Günümüzde bile kimi Âşıkların yakıştırdığı Pir elinden dolu içmek gibi bir ayrıcalığı da olmamıştır. Âşık Veysel’de Âşık Edebiyatı’nda gördüğümüz esaslardan biri olan hikaye anlatma da yoktur. Âşık karşılaması olan atışma, muamma asma ya da çözme gibi geleneğin içerisinde olan olgularla da pek oralı değildir Âşık Veysel.

 

Onun kimi atışmaları vardır ama, bunlar da gelenek içerisinde görülen tipte değildirler.

Gerçi Âşık Veysel, halk şiirimizde önemli yere sahip kimi ozanların adlarını anarak, (Karacaoğlan, Dertli, Yunus soyum var / Mansur’a benzeyen bazı huyum var) bu geleneğe bağlılığını dile getirir ama, onun bu dile getirmesi geleneksel halk şiirinde görüldüğü türden bir dile getirme değildir.

 

Hatta bir şiirinde:

 

“Elimden bir dolu içtim
Türlü türlü derde düştüm.”

diyerek bade içme geleneğiyle çağrışım yaratsa da, gerçekte o anlamda bir işlevi yoktur bu dizelerin. Adnan Binyazar’ın biraz daha ileri giderek “Veysel’de “dolu içmiş”, Hâk aşığı ozanlar kuşağına katılmıştır.” vurgulaması bu bakımdan aşırı abartma sayılmalıdır.

 

Kurt Reinhard “Sivas Vilayeti Âşık Melodi Tipleri” başlıklı çalışmasında, Âşık Veysel Ekolü olarak nitelendirilen ve Orta Anadolu bölgesini içeren Âşık ezgilerini anonim halk türküleri ve ezgilerinden farklı olarak şöyle ifade etmektedir.” Âşık ezgileri, güftenin mısralarında sayısıyla bağlantılıdır. Doldurma veya tekrar edilen kelimeler açık biçimde telafuz edilmektedir.

 

Ezgilerde belli motifler sık sık tekrarlanmakta, türkülerde sazın belli bir bölümü kullanılmaktadır. Türkülerde ani bitiş veya yavaşlayarak sona ulaşmak büyük ölçüde sazı icra edenin arzusuna ve sanatına bağlıdır. Âşık ezgilerinde sol sesi ana ton olmakla beraber lâ ve mi seslerinin ana ses tonu olarak kullanıldığı örnekler vardır.

 

Âşık ezgileri, konuşma uslûbunun ağır bastığı ezgiler ve ezgilerin ağır basıp konuşma uslûbunun gerilediği iki gruptan oluşur. Konuşma ritmine ayak yaygın olarak benimsendiği örneklerde ezgi yavaşlar ve konuşma ritmine ayak uydurur. Ezgi çok kere güftenin arkasındadır, bu uslûpta önemli olan sözlerin anlaşılması olduğu için ezgiden zaman zaman feragat edildiği olur. Sözlerden ziyade ezgilerin ağır bastığı tiplerde ise, bir hece birden fazla nota ile seslendirilir, ezgilerin kazandığı bu tipte ise, güfteler bir ölçüde daha zor anlaşılır durumdadır.”

 

Bu durumda şu çıkıyor karşımıza: Birincisi, Âşık Veysel bizim klasik anlamda algıladığımız âşık değildir, ikincisi gelenek Âşık Veysel’e kırılmıştır.

Ahmet Kutsi Tecer bu konuda ilginç bir benzetme ve değerlendirme yapıyor.

 

“Âşık Veysel’de Veysel Şatıroğlu dirilirken, Veysel Şatıroğlu’nda Âşık Veysel bitiyor. Tanzimat’tan gelenlerle onun farkı, gelenekten çıkageldiği için, bir ses farkıdır. Onun teli bize göre bağlanmıştır. Tanzimat’ın teli taklit bir bağlanmadır; evvelkisine “düzen”, ikincisine “akort” dediğimiz gibi, Veysel bir bakıma, öbür çağdaşlarını okumuş gibidir; mesela, Ceyhun Kansu, Veysel’i ne kadar okumuşsa, Şatıroğlu da Ceyhun’u o kadar okumuştur.

 

Veysel’le çağdaşları arasında o kerte birbirini çeken taraflar vardır. Ceyhun Kansu ile Faruk Nafız Çamlıbel ne kadar birbirinden ayrı ise, Şatıroğlu da çağdaşlarından bu tarzda ayrılır. Onu diğerlerinden ayıran taraf, demin de belirttiğim gibi, Tanzimat geleneği yerine, halk şiiri geleneğinden çıkmasıdır. Veysel Şatıroğlu, Âşık Veysel’le halk şiiri geleneği yaşamış ve “bugün”e oradan gelmiştir.”

 

Âşık Veysel’in kanımca en büyük özelliği burada geleneği kırmasında çıkıyor karşımıza. İlk dönem ürünlerinde görülen zayıflık, ağır didaktik yan da böylece arınıyor.

 

Ancak, şunu da yabana atmamak gerekiyor; onu büsbütün gelenekten de soyutlamayız. Enver Gökçe’nin dediği gibi: “Halk şairlerimizin eserlerinde ortak özellikler olan saz söz ayrılmazlığı klasik şark edebiyatının estetiğinde önemli bir yer tutan idalizim meyli ve bu meylin halk şiirinde işleyen mücereretlik vasfı Âşık Veysel’in sanatında da egemen unsurlardır.

 

Kısaca Âşık Veysel, tabiatı duyuşu, duyarlılığı dini bir zümreye bağlı egemen bir karakteri olmamasına rağmen mistik tarafları, kainat, varlık, yaratılış anlayışı ile geleneğe bağlı bir saz şairidir.”Âşık Veysel, hem gelenektir böylece, hem de yenidir.

 

Bunu ileride şiirleri üzerinde dururken de daha ayrıntılı olarak göreceğiz; o bunu kendiliğinden yapmıyor; bir bilinç zorluyor onu buraya. Örneğin, Alevi kültüründe yetişmesine, babasının tekke geleneğine bağlı olmasına karşın Âşık Veysel diğer tüm Alevi ozanlarda görülen duvaz imam söylemiyor; tek bir şiirinde şah sözcüğü, oniki imam geçmiyor.

 

Oysa, sonuçta Âşık Veysel’in çıkığı yer bu kültür, gezip dolaştığı köylerin büyük çoğunluğu Alevi köyü. Yine onu çağdaşı olan Ali İzzet Ukan’da hiç de böyle değildir. Hatta, Pir Sultan’ın “Şah’a gidelim” dizesini, “yare gidelim” diye değiştirmeye kalkacak kadar bir kararlılık vardır onda.

 

Demek ki Âşık Veysel’i bilinçli olarak çevresindekiler bu konuda da ta başından koşullandırılmışlardır ya da kendisi böyle bir ilkeyi yaşam felsefesi olarak seçmiştir. Nasıl olursa olsun, Veysel, bu anlamda sıkı bir insandır.

 

Bir nokta daha var, köy ve kır ozanı olmaktan alabildiğine uzak durması. Doğaya yönelik motifleri, imgeleri alabildiğine kullanmasına karşın, Veysel köyden dışarı çıkıyor. Onun yaşamını, yazgısını yönlendiren başka bir sosyal çevre var: Kasaba

 

Veysel'in doğaya olan sevgisi

 

Âşık Veysel bildiğimiz gibi doğaya âşık olan bir ozandı.Bundan ola ki meyve  ağacı  olmadığı  halde, Sivrialan da  ilk meyve bahçesini o yetiştirmiş.Bahçe ki ne bahçe, her türlü meyva ağacı olan bir bahçe.

 

Kardeşlerinin de yardımı ile bu meyva bahçesini yapmaya koyulmuş. Köy de hiç meyva ağacı olmadığı için  köylüler  Âsık Veysel'le alayetmişler . Meyva  büyüseydi  bizim  dedelerimiz  diker di demişler. Bu Veysel'in  kör olduğunu  bilirdik ama, bukadar da kör olduğunu bilmezdik demişler.

 

Tabiki zaman geçmiş,  bahçe  bitmiş. Ağaçlar  meyvesini vermeye başlamış. Bunu gören köylüler kör olan Veysel değil,  kör bizmişiz demişler.Böylece köylüler de meyvalık yapmağa başlamışlar ve meyvalar olunca ,

Veysel elması diyerek satışa sunmuşlar.

 

Böylesine uzağı gören bir insandı Âşık Veysel

 

Not : Âşık Veysel üzerine yazı ve makaleler çıkaran  değerli  dost yazarlarımızdan  toplamış  olduğum  bilgilerle  bu  siteyi yapmaya çabalıyorum.

 

Saygı ve sevgilerimle.

 
 

 

ÂŞIK VEYSEL’İN YAŞAM ÇİZGİSİ
 

ÂŞIK VEYSEL’İ HANGİ KOŞULLAR ÇIKARTTI?

I) 1894 İlkbaharı

Aylardan mayıs. Her taraf yeşil otlarla bezenmiş. Havada bir top bulut koşuşturup durmakta. Yağmur yağacağa benziyor. Sağancılar sütlerini sağıp helkeyi bir kenara bırakmış, arta kalan süt için kuzuları bırakmışlar sürünün içine. Bir yandan da anasından ayrılan kuzular sütleri dökmesinler diye umar harcamaktadırlar. İşlerini bitirmiş olan sağancılar bir bölüğü köyün karşısındaki tepecikte toplamış, yerde yüzükoyun yatan kadına bir şeyler yapmağa çalışıyorlar.

“Kurtuldu anam” diyor birisi.

“Topaç gibi bir oğlan maşallah.”

“İyi bir günde doğdu gısmeti bol olur, yavrunun inşallah.”

Gülizar kadın koyun sağmaktan dönerken doğurmuştu Veysel’i.

II)

Osmanlı devletinin Avrupa’ya paçayı kaptırdığı, kurtulması güç bir hastalığa yakalandığı dönemlerdi.

        Bir yüzü kayalık, bir yüzü ormanlarla kaplı bir dağ vadisinde dünyalı oluyordu Veysel. Bu dağ köyünün adı Söbalan’dı. Alanın orta yerinde bulunan küçük bir tepecikten dolayı Sivrialan denilmişti. Sivrialan’ın tarihi çok eskilere gitmiyordu. Veysel’in dedeleri köye ilk yerleşen ailelerdendi. İlkin üç beş haneli bir köyken, zamanla iki yüz haneye ulaşıyordu. Sonradan göç ederek gelen kimselere yer yurt veriliyordu ilk göçerlerce.

       

Peki, bu göç neydi?

Bu insanların dağ vadisinde işleri neydi?

Hangi üretimle ne kazanacaklardı?

 

Bu soruların yanıtını yazar Erdoğan Alkan şöyle yanıtlıyor.

“Kuyucu Murat Paşa’nın kıyımından canlarını kurtaran Kızılbaş Türkmenler, çorak mı sulak mı demeden kuş uçmaz, kervan göçmez yerlere konmuşlar. Söbalan da bunlardan birisi.”

        Kuyucu Murat Paşalar’ın Alevilere kıyımı ne ilki ne de sonuncusuydu. Osmanlı yönetiminin çeşitli dinlere göstermiş olduğu hoşgörü nedense Alevi toplumuna çok görülmüştü.

        Veysel ailesi de Osmanlı kıyımından kurtulup buralara kadar yerleşenlerdendi. Anadolu’nun Aleviler açısından kaderi hep buydu.

 

        Geçmişiyle yetişen, geçmişinin öykülerini yaşantılarını dinleyerek büyüyen Veysel, Birinci Dünya Savaşı’nın çıktığı yıllarda delikanlılığının baharındadır. Arkadaşları askere gittikçe iki gözü kör olan Veysel yüreğinden yanıyordu. Neden asker olamıyordu? Neden savaşa katılamıyordu? Ona köyde asker olmamış tek erkek olarak kalması zor gelmekteydi.

       

        Veysel’i dünyaya getiren Sivrialan köyü kıraç, verimsiz topraklara sahipti. İnsanlar zaten dünya ile bağları kesik olmasından, üretilen şeyler kıt kanaat yetiyordu. Yeten de neydi? Hamur, bulgur ve bunlardan üretilen yemeklerdi. Çay, şekerse lükstü. Sivrialan’ da yaşayan insanlar birbirlerine en güzel dayanışma örneği vermekteydi. Hem ilkel yaşam hem de ilkellik Anadolu’nun birçok yeri gibi burada da yaşanırdı.

        Karabasanla çift sürülür, kağnı ile sap getirilir, döven koşulur, yaba ile tığ savrulurdu. Her evde bir çift koşumluk öküz beslenirdi. Durumu biraz iyi olan çok nüfuslu bazı evlerde iki çift öküz koşulurdu. Aydınlanmak için idare ve gaz lambası yakılırdı. Bazı evlerde de gaz satın alınamadığı için çıra kullanılırdı.

        1950’li yıllarda köyde tek radyo vardı. Herkes bu radyonun başında toplanır, haber dinlerdi. Tahta barakadan yapılmış bir okul bulunuyordu. Derenin karşısına yapıldığından, bol yağmurlu havalarda sular kabarınca okula kimse gidemezdi.

        Köye gelen Aşıklar ve dedeler çeşitli görevleri beraberinde getirirlerdi. Örneğin gazete haberleri, hükümetin çalışmaları, partilerin durumları vs. Bu Aşık ve dedeler hem PTT hem radyo-tv. görevini birlikte yürütüyorlardı.

        Köye gelen bu kişiler, halkı büyük bir odada toplar, bildiklerini anlatırlar, saz çalınır, semah dönülür, cem yapılırdı. Veysel bu gibi toplantıların baş dinleyicisidir. Kendisini bazen kör diye dışarı attıkları da olurmuş. O yine bir yolunu bulur, toplantıya katılırmış. Veysel dedemle yaşıt ve çocukluk arkadaşı olduğundan bunları hep o anlatırdı.

        Veysel’in babası Ahmet Ağa ise oğlunun bu tutkularından etkilenerek bir saz satın alır. Babası sazı Ortaköy tekkesinden yalnızlığını gidersin eğlence olsunda sıkılmasın düşüncesiyle Veysel’ e getirir. Veysel kısa sürede sazı öğrenir, ustalığını ortaya koyar.

 

        Köyde altı ay üretim yapılırken altı ay da tüketilirdi. Eli kazma kürek tutanlarsa, yaya olarak, üç ay gibi bir sürede Çukurova’ya, Adana’ya ve Mersin’e çalışmaya gider, para kazanırlardı. Köylünün devletle ilişkileri asker-vergi almaktan öteye gidemiyordu. Köye getirilen kültür alış-verişi askerden gelenler, Çukurova’dan dönenler, Aşıklar ve dedelerdi. Bunların bıraktığı kültürden arda kalanlar salt günlük konuşmalardı. Zaten köylerde halkın konuştuğu toplam elli kelimeyi geçmezdi.

        Bu koşullar Sivrialan’ dan bir Aşık Veysel çıkartmaya yeterli miydi? Ya da Aşık Veysel nasıl olmuş da Aşık Veysel olmuştu?

Babası Ahmet Ağa, akrabalarından Esma’yı Veysel’le evlendirir. Esma çok güzel bir kadındır. Veysel’le sekiz sene kadar evli kalır. Veysel, güzel karısı Esma’yı herkesten kıskanır. Bu kıskançlık, zamanla Esma’yı rahatsız edince, Esma, komşularından Hüseyin isimli bir delikanlı ile birlikte kaçar. Bu kaçış öyküsünü bir gün Esma abla bana şöyle anlatmıştı:

“Veysel çok huysuzdu. Bana geçim vermez, kıskanır dururdu. Gönlümle evlenmedim zaten. Onun huysuzluğu gereksiz kıskançlığı beni kendisinden soğuttu. Hüseyin yakın komşumuzdu. Bize azap durdu, onunla anlaştık. Zaman zaman birlikte buluşurduk. Veysel bunu sezinlemiş, hatta birkaç kez beni uyarmıştı. Ben böyle bir şeyi nasıl düşündüğünü söyledim. Zamanla bizim kaçacağımızı bile düşünmüş, umudunu kestiği de olmuş. Hüseyin’le kaçtığımızda Bafra’ya ulaştık. Çeşmenin başında çoraplarımızı çıkartıp serinleyelim istedik. Çorabımın ucundan beni rahatsız eden bir şeyler vardı. Elimi sokup baktığımda bize bir ay yetecek kadar para cıktı. Bunu Veysel koymuştu. Beni çok severdi. Kaçarlarsa perişan olmasın diyerek koyduğunu düşünürdüm hep.”

        Karısı kaçınca günlerce yemeden içmeden kesilen Veysel, ne yapacağını bilemiyor, kimsenin yüzüne bakamıyordu. Kapı komşularından arkadaşı Kürt Kasım bir gün Veysel’e “Gel seninle Zara’ya gidelim. Orası benim memleketim, akrabalarım var, rahat ederiz, biraz açılırsın.” Teklifinde bulununca Veysel, bu teklifi kaçırmaz, ilk kez Sivrialan’ın dışına çıkar.

 

III) Veysel, nasıl Aşık Veysel oldu?

 

Bunun nedeni:

Kimilerine göre çok sevdiği karısı Esma’nın kaçması.

Kimilerine göre, gözlerinin kör olması.

Kimilerine göreyse, Allah vergisidir.

Aşık Veysel kör bir insandır. Yedi yaşında çiçek hastalığında gözlerini kaybeder. İlaç yok, doktor yok, derde derman olacak biriside yok. Köy yerinde bir hastalanmaya gör, gerisi Allah’a emanet…

        Peki, bir kör insanın çevresinden alacağı şeyler neler olabilir? Kültürel ilişki sınırlı, kimlerden neler kapacak, daracık bir dağ köyünden Türkçenin sınırı da belli göremediği şeylere nasıl ulaşsın? Sazı nasıl çalsın, türküleri nasıl yazsın?

        Veysel üstün bir hayal gücüne sahiptir. Gözlerinin görmemesi, istediği bazı şeylerden yoksun kalmasının sonucu, beynini ve hayal dünyasını geliştirir. Duyduğu her şeyi kafasına yerleştirmeye çalışır. Kendisiyle alay eden köy çocuklarıyla tartışmak, onlardan aşağı kalmamak için bütün zamanını öğrenmeye ve kendisini topluma kabul ettirmeye ayırır.

        Köye gelen ozanları iyi dinler, onlardan bir şeyler öğrenmeyi ilke edinir.

        Veysel’in yaşadığı çevreye Emlek adı verilirdi. Şarkışla’ya bağlı dağ köyü, Kızılbaş Türkmenlerinin yaşadığı yörenin adı Emlek’ti.

        Emlekse, ozanlar yatağı bir yerdir. Veysel’den önce yaşamış ve Veysel’in yaşıtları büyük ozanlar hep bu köylerden çıkmıştır. Agahi, Kemter, Aşık Veli, Aşık Hüseyin, Ali İzzet, Devrani, Aziz Üstün Talibi, Veysel’le zamanla dost olan dostluk ilişkisi içerisine giren büyük ozanlardı. Sivrialan köyünden Molla Hüseyin, Ali Özsoy Dede, Hıdır Dede hepsi ozan ve öğretici aydınlardı. Hıdır Dede, babadan kalma dedeliğini geliştirmiş, pek okuma yazması olmamasına rağmen, iyi saz çalar, türkü söylerdi. Veysel’in en çok zevkle dinlediği Hıdır Dede’ydi. Molla Hüseyin zaten saz ustası olup, Veysel’e ilk sazı öğreten yörenin aydınlarından birisiydi. Ali Özsoy Dede ise hem Arap harflerini hem de Latin harflerinden okuyup yazan aydın bir dedeydi. Aşık Veysel’le yakın arkadaş olup bilgi alış verişinde birbirlerine çok şeyler öğretmişlerdi. Agahi, Aşık Veli, Kemter Veysel’den önce yaşadılar. Aşık Veysel’in yakın arkadaşı Aşık Hüseyin, yörenin en güçlü ozanlarındandır. Otuz bir yaşında ölmesine karşın, ardında güzel şiirler bırakmıştır. Onun şiirlerini yörenin bazı ozanları kendileri söylemiş gibi topluma sunmaya kalkışmışlarsa da, bu herkesçe bilinmektedir. Ali İzzet ve Devrani aynı köylü olup Aşık Veysel’le yakın arkadaştılar. Aşık Veli ise, Veysel’i en çok etkileyen ozanlardandı. Yörede adını duyurmamış daha nice ozan vardır ki, hepside aşık Veysel’le dost ve arkadaştırlar.

        Bu ozanlar Türkiye’nin çeşitli bölgelerini gezip görmüş, türkü söylemişlerdir. Aşık Veysel ise Sivrialan’ dan dışarı çıkmamış usta malı söyleyen sesi güzel, güzel saz çalan kendi halinde,  kendince bir ozandı.

 

        Veysel’in Kürt Kasım’la Zara’ya gitmesi birden bire ufkunu değiştirir. Veysel Zara’nın köylerini bir süre dolaşır. Kürt Kasım onu değişik türbe ve tekkelere götürür. Köyünden farklı şeyleri buralarda hissetmesi Veysel’i tasavvuf ağırlıklı ilk şiirlerini yazmaya iter. Veysel’in saz çalmasında Kürt Kasım’ın rolü çok fazladır. Çünkü Kürt Kasım iyi keman çalar, sazı ve kemanı kendi yapardı.

        Güzellere de söyler Veysel, içinde dindiremediği acısını kafasındaki şiir alemine kaydeder. Esma’ya en güzel şiirlerini söyler. İlk kez “Zalım kafir yetim koydun kuzumu” diye karısını kaçıran Kel Hüseyin’ e sitem eder.

“ Güzelliğin on para etmez

Bu bendeki aşk olmasa”

diyerek Esma’ya hem çok sevdiğini hem de ondan daha güzellerin, güzel kadınların var olduğunu belirtir.

Zara gezisi Veysel’in ilk gezisi olmasına rağmen, ufkunun çok açık olacağının belirlendiği bir gezi bir gezi olur. Hem türkülerini rahatça çalıp söylediği hem de kendisine ikinci bir evlilik getirdiği yerdir. Zara’da Yalıncak Baba türbesinin işlerine bakan Gülizar Ana Veysel’le evlendirilir.

 

        Artık Esma’nın aşkının kalıntıları vardır Veysel’de. Giden gitti, bir daha dönüşü yoktur. Bu bilinçle kendisine yeni bir yol çizer. Bu yol Veysel’i Sivrialan Köyü’nden evrensel bir boyuta ulaştırır. Bu evrenselliği ulaşmasının başlangıç tarihi, 5 Ocak 1931’dir. Bu tarihte Sivas Maarif Müdürü Ahmet Kutsi Tecer, Sivas’ta bir “Aşıklar Bayramı” düzenler. Veysel de çağrılır. Üç gün on beş aşık çalıp çağırmış, sonuçta Ahmet Kutsi Tecer, Veysel’e de “Halk Şairi” belgesi vermiştir.

        Bu belgeyi alan Veysel, çocukluk arkadaşı İbrahim’le birlikte yaya olarak Adana ve Mersin başta olmak üzere birçok vilayeti dolaşırlar.

        Seferberliğin bitimiyle birlikte ülkede yeni bir yapılanma hareketi başlatılmıştır, Atatürk’ün geliştirdiği fikirler adım adım uygulamaya koyulmuştur. Veysel bu yeni Türkiye’yi gezerek, yaşayarak tanımaktadır. Atatürk’ün umarlarına manevi bir destek vererek türkülerinde en güzel bir şeklide dile getirmiştir.

        Cumhuriyet’in onuncu yılı dolayısıyla Veysel’in yazdığı şiir Atatürk adının taşımaktadır. Bu şiiri, Veysel, istek üzerine yazar. Nahiye müdürü istek üzerine yazdırdığı şiiri çok beğenir. Veysel’e bu şiiri Ankara’ya ulaştırmasını söyler.

 

        Veysel arkadaşı İbrahim’le birlikte yaya olarak Sivas, Yozgat, Çorum, Çankırı, Kırşehir köylerinden geçerek üç ayda Ankara’ya ulaşırlar. Bir rastlantı sonucu şiiri Hâkimiyet-i Milliye gazetesine verilir. Şiir üç gün üst üste yayımlanır. Veysel’in adı artık duyulmuş, Veysel, Aşık Veysel olma şansını yakalamıştır. Aynı günlerde Ankara Halkevi’nde bir konser verir. Çok beğenilir. Ayağında çarıkla, bacağında şalvarla geldiği Ankara’dan takım elbise ve ayakkabı ile ayrılır.

        Veysel’in ikinci büyük olayı da İstanbul düşüdür. Ata’ya duyuramadığı türküsünü mutlaka ulaştıracaktır. Ankara’da kendisine İstanbul’da bulunan Radyoevi’ne gitmesi söylendiğinde yine arkadaşı İbrahim’le yollara düşer. İstanbul’da Radyoevi Müdürü Mesut Cemil, kılık kıyafetlerini görünce baştan savmak ister. İçinden gelen bir dürtü ise “bir kere saz çalıp türkü söylesin” diye geçirir. Veysel’i dinledikten sonra, akşam programa çıkarır. O ara İstanbul’da bulunan Atatürk radyodan Veysel’i dinleyince hemen ozanın bulunup getirilmesi için talimat verir. Radyodan çıkan Veysel, Sivaslı bir kapıcının evine konuk olmasından dolayı bulunamaz. İkinci gün Ata’nın kendisini arattığını duyunca direk Dolmabahçe’ye gider. Fakat yaveri görüştürmez. “ O bir anda geldi geçti, bir daha ararsa sizi bulurum” der. Bu olay, Veysel’i çok etkilemiştir.

        Veysel’in sazı artık Anadolu’da köy bucak konuşacaktır. Her yere gider gelir. 1940’da İbrahim’den ayrılarak Küçük Veysel adıyla tanınan Veysel Erkılıç’la dolaşmaya başlar. 1960’ta Küçük Veysel ölünce artık oğlu Ahmet’le çıkacaktır Anadolu’ya…

        Aşık Veysel’in yaşamında, kişiliğinin ve sanatının oluşumunda en büyük etken hiç kuşku yok ki; Köy Enstitüleri’nde saz öğretmenliği yaptığı dönemdir. Ahmet Kutsi Tecer, Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, İsmail Hakkı Tonguç ve Bedrettin Tuncel’ in girişimiyle 1941 yılında, Köy Enstitüleri’nde müzik öğretmenliğine başlar. Hasanoğlan, Yıldızeli, Çifteler, Ladik, Gölköy Öğretmen Okulu’nda Tonguç’un eğitim ordusuna katılarak bir nefer olarak çalışır.

        Bu tarihten ölümüne dek Türkiye’yi karış karış dolaşarak Atatürk’ün ilkelerini, cumhuriyeti, laikliği sarsılmaz bir azimle savunur.

        Aşık Veysel’in türkülerinde işlediği konuların ağırlığını Türkiye’nin kalkınmışlığı, çağdaşlığı, laikliği oluştururken doğa sevgisi, birlik, beraberlik onda işlenen konular arasında yer alır. Biz burada Veysel’in sanatını ve özelliklerini vermeyeceğiz.

        Aşık Veysel’in Sivrialan’ dan çıkması ne bir rastlantı ne de tanrı vergisidir. O sadece yörede yetişen ozanlardan bir tanesidir. Ama kendini iyi yetiştirmiş, toplumla çabuk kaynaşmış, seçtiği konular onu tüm Türkiye insanına mal etmiştir.

Kaynak: Anı Makale Röpotajlarla, AŞIK VEYSEL, Antolojisi, Gülağ ÖZ 

 
 
AŞIK VEYSEL İLE SÖYLEŞİ

 

Yaşar Özürküt

21 Aralık 1972 (Ankara Yüksek İhtisas Hastanesi)

Aşık Veysel kanser hastası olarak, Ankara Yüksek İhtisas Hastanesinde yatıyordu. 21 Aralık 1972 günü, nagra marka ses alma cihazını omuzlayıp, hastanenin yolunu tuttum. Hastane odasına girdiğim zaman, Ankara Radyosu prodüktörlerinden arkadaşım Fatma Günbulut ile daha sonra 12 Eylül diktasının TRT'nin başına oturtacağı hem Kerim, hem Aydın hem Erdem diye tanımladığımız servis müdürümüz de odadaydı. İlkin geçmiş olsun deyip bir kenara oturdum. Benden önce gelenler söyleşiyorlardı. Sessizce mikrofonumu açtım. Onlar gidene kadar da kapatmadım. O arada Aşık Veysel'e yemek yedirdiler. Kaşık tabak efektleri dahil, bir saat içindeki tüm sesleri bandıma kayıt ettim.

-Veysel Baba, bir ara köy öğretmenliği yaptın. Nerelerde bulundun?

-Köy öğretmenliğinde, evvel Arifiye'ye gittim. Sonra Hasanoğlan'a geldim. Daha sonra Çifteler Köy Enstitüsü'ne gittim. Kastamonu Gölköy'e gittim. Ondan sonra Yıldızeli'ne gittim. Samsun-Ladik Köy Enstitüsü vardı. Oraya gittim. Bir hafta kaldım,eve izinli geldim on beş gün. Ondan sonra da gitmedim. Serbest gezmek daha iyime geldi. Oralarda aylarca bekliyordum. Altı ay, yedi ay ,sekiz ay. O sıkıyordu beni. Onun için oradan ayrıldım.

-Öğretmenken evli miydin?

-Evliydim.

-Bir mektup aldım, gül yüzlü yardan o zaman yazıldı değil mi?

-O Hasanoğlan'da yazıldı.

-Toprak 46'da değil mi?

-Toprağı, 44'te Eskişehir-Çifteler'de yazdım.

(HASTAHANE GÖREVLİSİ YEMEK YEDİRİYOR.)

-Yemeğe tuz atim mi baba?

-Yok eyidir. Ekmek verme...

-Buyurun.(Tabak çatal sesleri) Baba sen tam rakı yemekleri yiyorsun yahu!

-Eskiden rakıcıydık canım!

-Şimdi vaz mı geçtin?..Buyurun.

-İyi.

-Daha istemiyorsun?

-Heee.

-Peki. Ispanak ister misin?

-Ver bakim bir kaşık da ondan.

-Yalnız tuzu azsa söyle de tuz atim.

-Zaten yiyeceğim bir kaşık.

-Buyurun...Tuzu nasıl?

-Hep yoğurt veriyorsun; biraz da pilav ver...Az katıyorsun pilavı.

-Peki baba...Bak bakalım tuzu nasıl...Biraz yoğurt katalım mı pilava?

-İyi olur. Biraz da ekmek ver.

-Köy ekmeği evet.

-Tamam ver bakalım.

-Buyurun.

-Eşki.

-Ekşi mi? Daha iyi değil mi?Buyurun salata da var.

-Şeyden ver.

-Piyaz mı?

-Evet evet.

-Etten bir parça yemeyecek misin?

-Yok. Korkuyorum, rahatsız ediyor.

-(Yemek servisi kaldırılıyor, ben de söyleşiye başlıyorum.)

-Veysel baba, radyocu olarak değil; bir dost olarak söyleşmek istiyorum sizinle. Benim özel arşivim var. Aşık Veysel arşivi. Osman Özdenkçi'de de yok, Türkiye Radyolarında da... Ben bu arşivime ekleyeceğim bu söyleşiyi.

-Olur.

-Özeldir. Dostça... Radyocu olarak değil,eğer bu rahatlıkta konuşacaksak konuşalım. Yoksa yarın, ya da başka bir gün gelirim.

-Bugün konuşalım.

-Şimdi şöyle diyeceğim. Bende birçok bandınız var. İstanbul Radyosunda Neriman Tüfekçiyle yaptığınız bir saatlik söyleşinin kopyasını da arşivime aldım. Kime gerekli olsa, benden alır kullanır. Bugünkü söyleşide o bantlarda olmayan soruları sormak istiyorum. Sizce halk kültürü, halk şiiri, halk müziği ne anlamdadır. Sizin anladığınız anlamda bunların tanımı nedir. Bize kısaca der misiniz?.

-Bizde halk şiiri bayağı bir nasihat anlamındadır. Şiirlerin içinde sözler vardır ki, yani bir ata cevabı gibi, daha üstün anlamlar vardır. Duygular da şudur ki; insanlar tabii müzik ruhun gıdasıdır. Onun için kendi memleketimizin şiiri veya havaları hoşumuza gelir. Her memleket de öyledir. Bu o anlamdadır.

-Ben şunu anlıyorum, şimdi halkın şiiri, müziği, halkın günlük yaşamından oluşuyor ve halkın anlayacağı, yani halk dediğimiz daha çok köylü, işçi taban olan insanlarımızın anlayacağı bir dolu sözü bir arada öz olarak deyiş...Bunu demek istiyorsunuz.

-Evet evet

-Ben konuşmalarımda sık sık dile getiririm; benim sayfalar dolusu yazıyla anlatamadığımı Aşık VEYSEL Benim sadık yarim kara topraktır diye bir mısrada bütünlemiştir derim. Siz de bunu özetlediniz. Ben kimi çevrelerin yakıştırdığı gibi, son halk ozanı Aşık VEYSEL yakıştırmasına katılmıyorum. Fakat şu bir gerçek, Aşık VEYSEL'in yeri Türk halk kültüründe ayrıdır ve öyle kalacaktır. Peki sizin kuşaktan, sizin yanınızda, çağdaşınız olarak, beğendiğiniz halk şairleri kimlerdir?

-Valla, orası işte ...kimseye iyi veya kötü diyemem. Sebebine gelince, bir bahçede elli çeşit meyve ağacı olur. O ağaçlar birbirinin meyvesini bilmez. Kokusundan da tatmaz. Yalnız onu insanlar yer. Şu ekşiymiş, şu tatlıymış, şu daha mayhoşmuş, o kıymeti onlar verir. Biz şimdi ona benzer bir şeyiz ki, ben Ahmet iyidir, Mehmet kötüdür diyemem. Demeye haddim yok. Onun için, bu hususta özür diliyorum.

-Estağfurullah, ben zaten iyi kötü ayırımını istemedim.

-Beğendiğiniz dediniz ama..

-Evet

-Benim için hepsi iyidir. Hepsinin, her iyinin bir kötü, her kötünün bir iyi tarafı vardır. Buna, olduğu gibi hepsine iyi diyemeyiz ki. Onun için birisi senin hoşuna gider, iyi dersin; O birisi onun kötüsüne gider istemez. Bunlar alemin arzusu bir yere bağlı değil ki. Herkesin ayrı ayrı görüşü, duygusu var.

-Peki o zaman , sizden önceki kuşaktan Karacaoğlan, Dadaloğlu, Pir Sultan kuşağından her ne kadar okuma-yazma olanağı bulamadıysanız bile, kulağa geldiği kadarıyla sizin tercihiniz ; ya da benim şu an sayamadıklarım arasında Emrah'tan daha eskilere kadar beğendiklerinizi söyleyebilir misiniz?.

-Beğendiklerim, işte Karacaoğlan, Pir Sultan, Emrah, Dertli, sonra bizim orada varmıştı, onların adı pek yayılmıyor.. Türabi Dede isminde birisi varmış. O Hacı Bektaşi Veli'nin dergahında postnişin imiş. Ondan biliyorum ezberime birkaç şiir. Aşık Veli, Kemter Baba, ondan sonra bir çok aşık var.Onlar da bizim oralı. Aşık Kemter 1225 senesinde hayatta imiş. Şiirinin birinde şöyle söylüyor. Bir gün çiftten gelmiş. Konya'dan evliymiş. Kendisi bizim Kale Köyü var, oradan. Çiftten gelmiş, hanımı ayağını soymuş, yıkamış cezveyi ocağa sürmüş, kahve pişirecek, karısına dönmüş: Konyalı demiş. Buyur Kemter Baba demiş karısı. Kahve acı, tütün acı doyurur mu üç acı bir acı demiş. Yani açım demek istemiş. Bunların evde türkülerini deyişlerini çok ezberledim. Ve kendim yazana kadar bunların şiirleriyle çalıp çığırıyordum. Kendim yazdıktan sonra onları bıraktım. Hatta kullanmayı kullanmayı unuttum onları.

-Şimdi benim bir sorum da şu: Şiirlerinizde sürekli aşama var. Yani çok dar bir görüşten, sürekli geniş dünya görüşüne doğru bir gelişme var. Bunu neye bağlıyorsunuz?. Yani şiirlerinizde sürekli halka yaklaşan bir aşama var. Bunun gerekçelerini siz söyleyebilir misiniz? Bunu şunun için istiyorum ; yeni başlayanlar var, sizden sonraki kuşaklar olacaklar var. Bunlara çalışmalarında örnek olsun istiyorum bu yanıtı.

-Evet ama, yine aynı dediğime geliyor ki, herkes bir yüzden seviyor. Birisi birinin hoşuna gidiyor, biri ötekinin . Yalnız şu var ki, söylenen sözde bir öz olması lazım. Özü olmayan söz hiçbir şeye benzemez. Yaşamaz. Onun için öz var umut ediyorum benim söylediğim sözlerde.

-Yani halk kendinden yaşantısından bir parça buluyor.

-Evet evet... Mesela ben, bu şey olmaz ama icap etti söyleyim... Şeyde İstanbul'da geldiler gözlerini açalım dediler. İstemem dedim... Yahu nasıl olur da istemezsin. Bu fırsatı insan kaçırır mı? dediler. İstemem dedim tekrar. Sebebi dediler. Sebebiyse, ben şimdiye kadar kafamda bir yuva kurmuşum. Gözüm açılırsa, o yuva dağılır. Tekrar kurmaya imkan olmaz. Bu yuvayı dağıtmak istemiyorum dedim. Adamlar da gittiler. Onun üzerine şunu yazmıştım. Siz diyorsunuz ki geniş anlamlar var şunlar bunlar.

BİR KÜÇÜK DÜNYAM VAR İÇİMDE BENİM,
MİHNETİM, ZULMETİM BANA KAFİDİR,
GÖRENLER DAR GÖRÜR GENİŞTİR BANA,
SOHBETİM, ÜLFETİM BANA KAFİDİR.

İSTEMEM DÜNYANIN SALTANATINI,
SÜSLÜ GİYİMİNİ ARAP ATINI,
BİLİRSEM TÜRKLÜĞÜN VAR KIYMETİNİ,
VATANIM, MİLLETİM BANA KAFİDİR.

İSTERDİM HAYATTA DÜŞMANLA SAVAŞ,
MİLLETİME KURBAN OLAYIDI BU BAŞ,
NASİP DEĞİL İMİŞ, ŞEHİTLİK KARDEŞ,
İMANIM NİYETİM BANA KAFİDİR.

DÜNYA GENİŞ OLSUN, İSTER DAR OLSUN,
YETER Kİ KALBİNDE İMAN VAR OLSUN,
HER ZAMAN MİLLETİM BAHTİYAR OLSUN,
BU RÜTBEM, MESNEDİM BANA KAFİDİR.

İÇİMDE BESLERİM, BİR BÜYÜK ORDU,
ÇINLATSIN DÜŞMANI,YÜKSELTSİN YURDU,
AZMİ, ZİHNİYETİ VEYSEL'DİR DERDİ,
İŞTE BU NİYETİM BANA KAFİDİR.

Benim alemim, herkesin alemine karşı bir alem değil. Çünkü, dünyadan bihaberim. Dünyayı gezdim, ne gördüm. Hiçbir şey görmedim. Yalnız dünya beni gördü. Ben
dünyada gezdim, işte Ankara'dayım ne görüyorum. Hiç. Ama alem beni görüyor. Benim dünyaya gelişim, gidişim bu şekilde.

-Fakat öyle bir dünya görüşü var ki sizde; herkesin göremediğini görüyorsunuz. Biz ağacı görüyoruz, fakat sizin görüşleriniz gibi göremiyoruz. Bu görüş Karacaoğlan, Pir Sultan, Dadaloğlu gibi, ya da Aşık Veli, Kemter Baba gibi asırlar ötesine kalacak bir görüş, bir deyiş. Fakat onların şanssızlığı, teypin, bantın, plağın, pikabın olmayışı.

-Olmayışı evet.

-Böyle canlı kalamamışlar. Şimdi ben sizden, çok özel bir şey isteyeceğim. Diyeceğim ki Aşık Veysel, 2000 yılında, ya da 2100 yılında , Allah hepimize uzun ömür versin ama, her halde 2000 li yıllarda olmayacağız.

-Olmayacağız.

-Ama radyo olacak ve şu bant kalacak radyoya. Diyeceğim ki Aşık Veysel 2000'li yılların kuşağına sesleniyor, fakat kendisi yok. Biz de yokuz. Aşık Veysel o kuşağa ne der?

-Eveeet. Aşık Veysel o kuşağa ne der...

-Evet şöyle söyleyeyim, yani istediğiniz gibi söyleyin. Ben hiç karışmayayım . Düşünün ki bizler yokuz dünyada. Fakat radyo var, dinleyicilerimiz var.

- Onlara söyleyişim şu olacak: Çalışmak, azim, fikir. Efendime söyleyeyim, bunlar mevcut olacak. Dönmeyecek azminden insanlar. O azminden dönmeyen insan, muhakkak erinde geçinde arzusuna ulaşır. Fakat azim deyince o da , biri yani yanlış yola azim etmiş, o muhakkak yolda kalır. Fakat doğru yola azmederse, o kendini bir selamete çıkartır. Ve ismini baki kor dünyada, kendi de baki kalmış olur. Yoksa yanlış yola azmetmiş, onun muhakkak bir gün kafasına vururlar. Ondan hayır çıkmaz. Çıksa kalsa bile herkes nefret eder. İnsanlar iki şeyle anılır; biri nefretle, biri rahmetle. Nefretle anıldıktan sonra, hiç anılmasın.

-Eveet bunu diyorsunuz. Bu bandı ben kopya ettirip, Türkiye Radyoları arşivlerine koyacağım. Bizlerden sonraki kuşaklara armağan edeceğim. Kopya fazla dağılmayacak. Öyle sağlam bir şekilde kalacak. Farz edin ki, yüz sene sonra bu bandı koyacaklar ve yüz sene önceden sizin anonsunuzu dinleyecekler. Bu anlamda bir ses verebilir misiniz bana?

-Nasıl ses veririm...Ses veremem ki.

-Düşünün ki, yüz sene sonra radyoda bu bant yayına girecek; Aşık Veysel de yok, Yaşar Özürküt de yok radyoda...

-Nasıl söyleyeyim, onu da şöyle bir şey var.

Varlığım, yokluğum bir Veysel adım,
Kalacaktır gök kubbede ses kadim,
Bunca yıldır kendi kendim aradım,
Hiçbir türlü bulamadım ben beni.

-Bu dörtlüğü şimdi mi yaptınız, önceden mi vardı?

-Önceden.

-Fakat söylemek istediğinizi bu dörtlükle söylüyorsunuz.

-Evet evet. Ses kadim kalacak.

-Peki çok teşekkür ederim. Yordum sizi. Sağlık dilerim.


Not: Söyleşi ilk kez, Aşık Veysel'in öldüğü gün olan 21 Mart 1973 de TRT radyolarında yayımlanmıştır.
N. Nehir AKBAŞ' A SONSUZ TEŞEKKÜRLER...
 
ASIK VEYSEL HANGİ KÜLTÜR'ÜN ESERİDİR?
 

Yazar Sivrialan.Net

Anadolu’nun bozkırında bir köy.

Devletle ilişkileri asker alma, vergilendirmeden öteye gitmez. Üretim ilişkileri ilkel karasaban ve kağnıdır. Buğday ve arpadan başka tahıl yetiştirilmez. Köyün en zengini iki çift öküz koşarak üretim yapar. Ancak üretilen ile tüketim dengesi arasında büyük uçurum vardır. Hayvansal yiye­cekler yetersizdir. Köylü satacak kadar üretemediği için mübadele yapabile­cek gelirden de yoksundur. Ancak kışları evin erkeklerinin Çukurova’da ya­pacakları amelelik bu gereksinimi karşılamağa yeterli olur.

Okul yoktur. Öğretmen yoktur, sağlık hizmetleri kesinlikle insanlardan uzaktır. Telefon, Radyo, elektrik hayalleri süsler. Günlük konuşulan sözcüklerin sayısı belirlidir. İlişkilerde kültürel işlev durağandır. Çağdaş kültür askere gidip gelenler, Çukurova’da amelelik yapanlarca sağlanmaktadır.

İşte böyle bir ortamda, Anadolu bozkırında yoksulluk ve eksiklik için dünyaya geliyor Aşık Veysel. 1894 Yılı Osmanlı devletinin çöküm döneminin önemli bir yerindedir. Avrupa’da başlayan sanayi devrimi, süratle

yükselen ekonomik güç, Osmanlı Türkiye’sini de her alanda geriye götürmektedir. Kıtlık ve sefalet kol gezer. Her tarafı eşkıya soymaktadır. Os­manlı’ya bağımlı devletler bir bir bağımsızlığını kazanmaktadır. Ülkenin her tarafında savaş havası esmektedir.

Bu koşullarda Anadolu’nun orta yerinde bir yoksul bozkır köyüne dev­letin bir köye ulaşma gücü ne kadar olur. Devlet zaten hiç bir köye, hiç bir taşra kentine yatırım yapmak şöyle dursun. İmeceye yaratılan yatırımlar da engellenmektedir.

Aşık Veysel böyle bir ortamda nasıl çıkmıştır. Türkçe’nin en güzel kul­lanımını, onca bilgi birikimini nasıl kazanmıştır. İşte bunun yanıtını aramak Veysel gerçeğini daha da güçlendirir. Bugüne kadar Aşık Veysel’le ilgili çok şeyler yazıldı, çok şeyler söylendi. Ancak bunların hiç birisi asıl nedeni anlat­maya yetmedi. Hep dendi ki, Veysel yedi yaşında gözleri kör oldu, herkes as­kere gidince Veysel evlendirildi. Karısı çok güzeldi, Veysel’i sevmedi kaçtı”. Bunlar Aşık Veysel’de bulunan gerçeklerdir. Ancak onu tam anlamaya yeter mi?

İşte bunların yanıtını bulmak Veysel gerçeğini tümüyle ortaya koyar.

Aşık Veysel herşeyden önce çok iyi bir gözlemcidir. Zihninden geçenler onun gözlemleridir. Dikkatle dinleyen, onları akıl süzgecinden geçiren ve kendisini kanıtlamak için de sürekli bunların neden ve niçin ilişkilerini yanıtlar.

Osmanlı devlet yapısının öz kültürü Arap-Fars karışımı Osmanlıcadır. Bu ise Türkçe’den az nasip almış bir yapıdır. Türkçe’nin ve Türk dilinin aşağılandığı, horlandığı bir ortamda bu kültürü onurluca taşıyan bir kitle vardır. Ve bu kitlenin yetiştiği bir ortam vardır. Bu Alevi-Bektaşi tekke ve ocaklarıdır. Burada Türkçe’den başka şeyler konuşulmaz. İslami dualar bile Türk dilinden yapılır. Bu kurum devletin dışladığı ve fırsat vermediği için gizli ve gizlilik içinde kendi öz kültürel değerlerini dağın zirvelerine kur­dukları tekkelerde yaparlar. Köylerdeki Alevi-Kızılbaş ocakları ise bu kültürün adeta fışkırdığı alanlardır. Yazılı olmamasına karşın kültür dilden dile, nesilden nesile aktarımla sürdürülür. Bunun taşıyıcısı iki misyoner vardır. Bunlardan birincisi Dede ve Babalar, ikincisi halk ozanlarıdır.

Dede-Baba ve halk ozanları öldürülmeleri pahasına bu kültürü köy köy, kent kent taşıyıp yaşatmaktadırlar. Dede ve Babalar yılda bir kaç kez kendi alanına düşen köylerde cemler yapıp toplumsal eğitimi ve öğretimi bu an­lamda vermektedir. Halk ozanları da cemlerde yaptıkları zakirlik görevlerini saz çalıp deyiş söyleyerek yapmaktadırlar. Yılda bir kaç kez yapılan cem top­lantılarında toplum çok şeyleri alıp belleğine yerleştirir. Halk ozanlarının zaman zaman köyleri gezerek insanlara taşıdıkları bu kültür de büyük önem taşımaktadır.
Aşık Veysel de böyle bir ortamdan yetişmiştir. Çevre köylerde yaşayan zamanın büyük ozanları Aşık Veysel’in yetişmesinde etkili olmuştur. Aşık Veli, Agahi, Kemter, Aşık Hüseyin, Serdari, Ali İzzet gibi ozanlar Veysel’in hem çağdaşı hem onun yetişmesinde öncülük yapmış ozanlardır. Aşık Veysel onların cem ve cemaatlarında iyi bir dinleyici, iyi bir ezberleyicidir. Ayrıca Aşık Veysel Ortaköy’de bulunan Mustafa Abdal, Sivrialan’da bulunan Gani Abdal gibi iki büyük Bektaşi tekkesinin etkisi altında gelişmiştir

 

 ÂŞIK VEYSEL'İ YETİŞTİREN ÇEVREDE HİÇ BİLİNMEYENLER
 

Yazar Sivrialan.Net
 

Cumhuriyet aydınlarından ve Aşık Veysel’in yakın dostlarından Sabahattin Eyüboğlu bir yazısında şu sözleri söylüyor: “Abdulhak Hamit büyük adam, dahi, milli değeri kabul. Şaire çok şey borçluyuz. Okur yazar olup da adını bilmeyen yok gibidir. Böyle olduğu halde hangi şiiri orta malı. Bir de Yunus’u düşünün. Hamitten yedi yüzyıl önce konuşmuş, sözleri devlet eliyle yüzlerce dağıtılmamış, oysa Yunus Köy kahvelerinden her yerde sokaklara kadar şiirleri ezbere söylenir. Hamit’ten doha doğru, daha derin şeyler mi söylüyor?Duyup düşündükleri bize daha mı yakın? Hayır; ama Hamit’in ister istemez uzak kaldığı bir çeşme var ki Yunus’un şiiri onda yıkanmış, halk çeşmesi, Dante’nin Molyer’in, Şekspir’in yıkandıkları çeşme.” Eyüboğlu bunu söylerken de aynı zamanda Aşık Veysel’’den söz ediyor. Bu konuda diyor ki “ Yunus’dan bu yana halk şiir zincirinin son halkası sayabileceğimiz Veysel’in kendi işini ve dünyasını bilmeyi, insan ve şair olmayı Sivrialan Köyü’nde nereden, kimden nasıl öğrendiğini bilmiyorum”

İşte bu bildiride benim sizlerle paylaşmak istediğim de budur. Veysel nereden, nasıl, kimden öğrendi?

Yazarımızın söylediği gibi Aşık Veysel bu gün şiirleriyle, güçlü dehasıyla Cumhuriyetin büyük bir ozanı ve Türkçe’ye katkıları, kullandığı, arı, duru dil, halk anlatımı, cumhuriyet devrimlerine yaptığı hizmetler ve her konusu aydınlarımızca incelendi, yazıldı, çizildi.

Ancak görülmeyen, bilinmeyen ya da gösterilmek istenmeyen bir yönü vardı ki; bu durum hep saklı kaldı.

 

Aşık Veysel konusunda yazılan tüm makaleler, röportajlar tarafımdan derlenerek bir Aşık Veysel Ansiklopedisi ortaya çıkmıştır. Burada yer alan tüm yazılar okunduğunda ozanımızın bir yönünün hiç görülmediği, gösterilmediği ortaya çıkacaktır.

Aşık Veysel konusunda her alanda inceleme yapılmış olmasına karşın; Bu Aşık Veysel de nereden çıktı, hangi ortamda yetişti, vahi mi geldi, kimler, nerede, nasıl eğitti, öğreticileri kimdi?

Sadece kırk yaşında bir ozandan ve onun ortaya koyduğu cumhuriyet değerlerinden söz edilmiştir. Bunun hiç öncesi yok mu?

Bu bildiride Aşık Veysel’in öncesi ve onu yetiştiren kaynaklar, kişi ve kurumlar ortaya konacaktır.

Veysel’in öğreticileri olarak bu gün hep iki kişi konuldu önümüze. Molla Hüseyin, Çamşıhlı Ali Ağa. Oysa Veysel’in çevresinde ve dünyasında oldukça fazla etki alanı ve üstadı vardır ki bunlardan kendisi de dahil kimse söz etmedi ya da söz etmek istemedi. Veysel’e en yakın olan aydınlardan Şarkışlalı Erdoğan Alkan, Sivrialan köyünde bir çok araştırma yapmasına karşın Veysel’in asıl dünyasına girmedi O da hep öbürleri gibi öncesi olmayan bir Veysel peşinde gezdi.

Veysel’de iki ayrı dünya vardır. birincisi 40 yaş öncesi, ikincisi, Cumhuriyetle bütünleşen dünyası. İşte bu güne kadar aydınlarımız ikinci yönünü yani, cumhuriyetçi yönünü yazdılar. Elbette güzel şeyler yazdılar, Veysel’le ilgili çok güzel değerlendirmeler yaptılar. Ancak 40 yaşlarında ele aldıkları bu ozan bu konuma nasıl ulaştı.

 

Halk bilimcilerden rahmetli Nejat Birdoğan on yıl öncesiydi bana bir telefon açtı “ Aşık Veysel Bektaşi mi?” Bu nasıl bir soruydu. Yanıt veremedim. Ancak akşam evde çocukluğumda yaşadıklarımız ve Sivrialan Köyünün sosyal yapısı kafama bir şerit gibi dizildi. Dedeci, Dervişçi. Evet bütün bu sözcükler beynimde yeniden canlanmaya başladı. Bu sözlerin ne demek olduğunu çözmeye başladım. Yaz tatilinde Sivrialan ve Meçit köylerinde yaşlılarla konuştum, konuyu uzun uzadıya değerlendirdim.Bu değerlendirme sonucu yüz yıllık ilişkileri ortaya koyarak yeni sentezlere ulaştım.

 

Bunlardan bir tanesi ve hiç bilinmeyen Veysel ve Salman Baba ilişkileri.

Yıl 1925 Cumhuriyet’in en şanlı dönemi. Yeni yasalar ortaya konuyor ve konurken de eskiler üzerinde bir ayıklama yapılıyor. Bu ara 677 sayılı Tekke ve Zaviyeler yasası yürürlüğe giriyor. Bütün tekkelerle birlikte Hacı Bektaş merkez tekkesinin de kapısına kilit vuruluyor. Bu arada Bektaşilerin önderi Salih Niyazi Dede Baba 12 Halife Baba’ya veda konuşması yaparak kendisi Arnavutluk’a gidiyor. Sözü şu “ Başınızın çaresine bakınız” Bu sözcükten herkes bir şeyler almaya başlar ve Bektaşilik sistemindeki 12 Halife Baba’dan Salman Baba Sıvas İli Sivrialan Köyünde bağlılarını ziyarete gider

Sivrialan’da Aşık Veysel’in babası Karaca Ahmet’e konuk oluyor. Yörenin ileri gelen Bektaşileri Salman Baba’yı bırakmıyorlar. Ona Sivrialan Köyü’nde bir ev yapmak isterlerken köyde dedeler olduğundan Salman Baba ikilik çıkmasın diye karşı çıkıyor ve onu yine Bektaşilerin bulunduğu on haneli Mescit Köyü’ne yerleştiriyorlar. Salman Baba burada boş duramaz hemen üretim ilişkilerinde köylülerin eksiklerini görerek onları yönlendirir.

Bağ ve bahçe işlerinde köylülere öncülük yapar. Köylerde ilk patatesi yetiştirir. Örnek bir insan olarak bütün çevre köylerinin sevgi ve sempatisini kazanır. Ve dergahı dolar taşar. Ve büyük bir kültür merkezi haline gelir. Çevre’den gelenlerin dışında İzmir ve Arnavutlukla da ilişkilerini sürdürür.

Yörenin Bektaşi ileri gelenleri ve babalar haftada üç gün dergahta sır olurlar. Aşık Veysel’in küçük oğlu Bahri anlatıyor. Küçüktüm, her Perşembe geldiğinde babamı eşekle Mescit Köyüne bırakır, üç gün sonra gider alırdım” Mescit Köyü Sivrialan’a 5 km. uzaklıktadır. Mescitli Enver Hasgül anlatıyor.” Peyik köyünden Dursun Efendi vardı, çok bilgiliydi. Ortaköylü Başara, Hüyüklü Mehmet Efendi, Veysel ve birkaç kişi sabahlara kadar sazlı sözlü muhabbetlerine tanık oldum. Bunlar aynı zamanda köylülere öğretmenlik de yapıyorlardı. Büyük odalarda halka okuma yazma öğretilirdi.Çünkü yöremizde hiç okul yoktu.

Salman Baba Veysel ilişkileri onun Aşık Veysel olmasında büyük bir etken olduğunu açıkça göstermektedir.

Veysel’in yetişmesinde etken olan ve bu güne kadar gözden kaçan bir başka konu vardır ki, o da Aşık Veysel’in yakın arkadaşı Kürt Kasım’dır.

Kürt Kasım lakabıyla anılan Kasım Doğan aslen Sıvas Zara İlçesinin Barzan Belen köyündendir. Kurtuluş savaşı öncesi askerden kaçan, yine Sivrialanlı Cört lakaplı İbrahim Tutiş’in askerlik arkadaşıdır.İki kafadar Çavuşun sürekli kendilerini dövmesi ve hakaret etmesine dayanamayarak silahlarıyla birlikte askerden firar ederler. Çok yerleri dolaştıktan sonra son durakları Sivrialan Köyü olur. Geceleri yiyecek temini için köye inerler, gündüzleri de dağlarda kalırlar. Bu süreçler içerisinde de Veysel bahçe beklemektedir.Köyün erkekleri hep askerdir. Veysel , Kürt Kasım ve İbrahim’le aynı yaştadır. Ve Veysel’le iyi bir dostluk kurarlar. Savaş sona erer, kaçaklar meydana çıkar ve cumhuriyet kurulur. Veysel’in önerisi üzerine Kürt Kasım Sivrialan Köyünde kalır. Veysel’in ailesi kocası seferberlikte ölen komşularının dul kalan hanımını Kasım’a vererek, içgüveysi olarak alırlar. Ve böylece Kürt Kasım ve Veysel duvar komşusu da olurlar.

Bir gün Veysel’in hanımı komşularından Hüseyin’le kaçınca Veysel büyük bir bunalıma girer. Kahrından hastalanır. Veysel’in haline dayanamayan Kürt Kasım Veysel’i ikna ederek Sıvas Zara’da kendi memleketine götürür. Burada uzun süre kalırlar. Çevrede bulunan tekke ve dergahları gezerler. Bu ara Yalıncak tekkesine sık sık gider gelirler. Saz, söz muhabbet derken Veysel’i çevre çok tutar. Tutmasına ama, Veysel de Türbede görev yapan Gülizar’a gönlü düşer. Bir gün Kürt Kasıma içini döker ve Kürt Kasım işi bağlar ve Veysel köye döndüğünde artık evlidir.

Bu evlilik konusunda Kutlu Özen, Gülüzar Ana ile söyleşisinde evlilik konusunda şu bilgileri birinci ağızdan alır. “ Yalıncak tekkesinde kalıyordum (1928) Dedem türbenin işlerine bakıyor, ben de yanında kalıyordum.30 Yaşında ve duldum. Tekke’de cem töreni yapıyorduk. O zaman tekkeler kapatıldığından cemleri gizli yapardık. Jandarmalar tekkeyi sık sık kontrol ederlerdi. Cem töreni dağıldı, eltimle ben ortalığı temizliyorduk. Kapı çalındı, Anahtar deliğinden baktığımda sırtında saz olan adamı jandarma sandım ve dedeme söyledim dedem kapıya baktığında öyle olmadığını anladı. İki kişiydiler kapıyı açtı ve onları içeri aldı

Aşık Veysel’in etki alanında bulunanlardan birileri de hiç kuşkusuz köyün dedeleridir. Ali Dede Hıdır Abdal Ocağından, Arapça, Farsça’yı çok iyi bilir, kendi köyünde hem eski harflerle hem yeni harflerle gönüllü öğretmenlik yapmıştır.Sülalesine Mollalar denir ki, Medrese eğitimi almış kişilere söylenen lakaptır. Ali dede Türk toplumunun yaşadığı yerlerde Irak, İran ve Suriye’de cem törenlerine katılır. 1971 yılında Suriye’de Hafız Esat’ın huzurunda Cem töreninde dedelik yapmıştırYine Ali Dede’nin amcaoğlu Hıdır Dede vardır ki, büyük bir saz ve ses ustasıdır.

İyi anımsarım, Veysel’le bizim harmanımız yan yana idi ve yanı başında da Hıdır Dede’nin evi vardı.On on iki yaşlarında idim. Öğlenleri istirahat anında Hıdır Dede’nin odada Veysel’le Hıdır Dede hep saz çalar, türkü söylerlerdi. Hıdır Dede babadan gelen geleneği en iyi şekilde icra etmekteydi. Veysel onun hayranı idi. Köylü hep Hıdır Dede dinlerdi.Veysel’in şiirlerinin büyük bir bölümü Hıdır Dede makamındandır. Müzikçiler incelediğinde göreceklerdir ki, çıkış aynı çıkış. Veysel’in Ağlayalım Atatürk’e Bütün Dünya Kan ağladı türküsündeki makam Hıdır Dede’nin türkü melodisinin aynısıdır. Hıdır Dede’ye ait bu gün elimizde derlenmiş bir çok türkü vardır ki, Veysel benzeridir. Bu konuda görüştüğüm uzmanlar iki türküyü de birlikte dinleyince şaşılası benzerlikte olduğunu gördüler. Ancak kimin kimden etkilendiğini çözememektedirler. Biz bu çözümü yaşamı anlatılanlardan bilmekteyiz.

Veysel arkadaş çevresiyle de sürekli iç içedir ve karşılıklı bir etkileşim vardır. Asıl önemlisi Sivrialan’da eğitimli dedelerle Aşık Veysel’in birlikteliğidir. Rahmetli’ye lisede öğrenci iken bir gün sormuştum “ Okulu olmayan yerde eğitimi nereden aldın, her şeyden haberlisin” Veysel emmi biraz bekledikten sonra “ Oğul dedi biz eğitimi doğduğumuz günden almaya başlarız. Bak senin şimdi böyle şeylerle pek ilgin olmadığını biliyorum,. Biz küçükten okula başlıyoruz. Örneğin ben sekiz on yaşlarında ceme törenlerini gizli gizli izlerdim. Kör ve çocuk diye bize pek yer vermezlerdi. Ben de gündüzleri cem yapılacak evdeki çuvalların ve yüklüğün arkasına saklanır, saatlerce onları dinlerdim. Dedeler birer derya idiler. Hele zakirler beni hep büyülemiştir. Ne güzel deyişler okurlardı. Ben ezberlemeye büyük gayret gösterirdim, dışarı çıkınca da günlerce değnekle saz çalar, türkü makamlarını çıkartmaya çalışırdım”

Sivrialan Köyü’nün sosyal yapısı kültürel anlamda sağlam bir duruşa sahiptir. Bu durumda ise yörede bulunan ozanların, dedelerin, sanatçıların uğrak yeri Sivrialan olmuştur. Eskiden köy konakları vardı. Bu konaklar köyün ileri gelenlerine aitti. Bu evlerde her hafta çeşitli toplantılar yapıldığına tanık olmaktaydım.

Veysel’in en büyük şansı Emlek yöresinde doğmuş olmasıdır. Bu bölge adeta ozanların yatağı konumundadır. Bu gün bile adını unutamadığımız ve çağının ses getiren büyük ozanları o bölgede yaşamıştır. İğdecik Köyünden Aşık Veli en büyük ozanlardan birisidir ki, Veysel usta malı söylediği dönemlerde onun türküleriyle öne çıkmıştır. Yanlışlıkla ya da sonradan çarpıtılmış olarak İzzeti mahlasıyla söylenen Aşık Veli’ye ait Mecnunum Leylamı gördüm adlı şiir Veysel’i tanıtan önemli türkülerden birisidir. Aşık Kemter yine Sivrialan’a çok yakın olan Kale köyündendir. Aşık Veli’nin de ustasıdır. Kılıççı Köyü’nden Ağahi yöreyi ve toplumu en çok etkileyen ozanlardan birisidir ki Veysel Ağahi türkülerini de sıkça söylemiştir. Yakın köylüsü Kul Sabrı Veysel’i etkileyen ozanlardandır. Bu ozanlar Veysel’den bir kuşak önde yaşamışlardır.

Çağdaşlarından ise yakın arkadaşı Sarıkaya Köyünden Aşık Hüseyin, Sivrialan’a sınır köyü olan Hüyük’ten Aşık Ali İzzet, Aşık Devrani, Ortaköy’den Aşık Aziz Üstün, Dertli Vefa en yakın arkadaş ve dostlarıdır. Yine Sivrialanlı ve Veysel’in de akrabası Aşık Mehmet ve Küçük Veysel kendi türküleriyle ve sazıyla Veysel’e eşlik eden sanatçılardır. Küçük Veysel 1940 tarihinden 1960 yılına, yani ölene kadar Veysel’le birliktedir.

Aşık Veysel’in Cumhuriyet öncesi şiir geleneğinde Alevi- Bektaşi felsefesinde yazdığı şiirler daha çok o anlayışın, o felsefenin meyveleridir.

Göklerden süzüldüm tertemiz indim

Yere indim yedi renge boyandım

Boz bulanık bir sel oldum yürüdüm

Çeşit çeşit türlü renge boyandım

 

Veysel yoktan geldim yok oldum gittim

Ben diyenler yalan, gerçeği seçtim

Bir buhar halinde göklere uçtum

Kayboldum o sırlı renge boyandım

Alevi Bektaşi geleneğinde tanrı-insan bütünlüğü, Yunus’da da görülen insanın tanrıdan bir parça oluşu, insanın öldükten sonra yeni bir biçimde dünyaya geleceği öylesine arı, öylesine düzgün işlenmiş ki Veysel’i çağdaşlarından ayırtan da işte budur.

Yine benzer bir şiirinde de tanrıyı yüreğinde öylesine bütünleştirmiştir ki, onu ondan söküp atmak imkansızdır.

Saklarım gözümde güzelliğini

Her nereye baksam sen varsın orada

Kalbimde saklarım muhabbetini

Koymam yabancıyı sen varsın orada

İşte Cumhuriyetin en güzel devrim şiirlerini yazan Veysel Yunus’da, Nesimi’de ve Kaygusuz’da olan giz, Veysel’in şiirlerinin derinliklerine de sızmıştır. Onu anlamak için Veysel’in bu ve benzeri şiirlerini iyi incelemek gerektir. Bakın şu dizelerde neler söylüyor.

Hayyam’a görünmüş kadehte, meyde

Neyzen’e görünmüş kamışta,neyde

Veysel’e görünür mevcut her yerde

Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar

 

Veysel’i yetiştiren Alevi Ocakları ve Bektaşi Dergahlarıdır. Veysel’in bunları açıklamamamasında haklı bir nedeni bulunmaktadır. Bir kere Tekke ve Zaviye yasasıyla bir yasak ortada durmaktadır. İkincisi 1931 yılından itibaren Veysel’e Cumhuriyet’in aydınları sahiplenmiştir. Üçüncüsü Veysel Cumhuriyet devrimlerinin tanıtılmasında ve yaygınlaştırılmasında görev almıştır. Türkiye’de bir bütünlük, Türk halkının kaynaşması gerekmektedir. Tarikatların eski bir eğitim yeri olmasının ihtiyacı ortadan kalkmıştır.

Bu koşullarda ne Veysel ne de onu sahiplenenler Veysel’in kırk yıllık geçmişi konusunda nasıl bir çevrede, ve kimlerden, hangi kurumlardan etkilendiği konusunda geriye çok şey bırakmamışlardır. Ancak biz yaşadığımız çağda Az çok Veysel’i de yakından tanıyan birisi olarak bazı bilgi ve kaynak kişiler yaşarken Veysel’in dünyasında eksik kalan bölümleri tamamlamayı bir görev bilmişizdir.

Sonuç olarak 40 yıllık süreçte Veysel’i Aşık Veysel yapan ve Cumhuriyete hazırlayan koşulları özetlersek;

- Salman Baba Dergahının büyüleyici etkisi. Büyüleyici diyorum Çünkü Veysel Salman Baba’yı hep mürşit olarak tanımlamaktadır. Bu gün ailesi ve çocukları da bu mirasa sahiplenerek Salman Baba’ya minnettarlık duymaktalar.

- Alevi Ocakları olarak bilinen ve cem törenlerinde okunan deyişler, duvazlar ve semahlar ve dedelerin toplumuna verdiği bilgiler Veysel’in dünyasında oldukça etkili olmuştur.

- Kendisinden önceki ve çağdaşı, arkadaşı ozanların Veysel üzerinde etkileri oldukça yüksektir.Bu ozanların tamamı da Alevi ocaklarına bağlı ozanlardır. Tasavvuf konusunda oldukça ustadırlar.

- Çevresindeki arkadaşlarının da Veysel’e Veysel’in de onlara katkısı yadsınmayacak kadar büyüktür.

- Veysel’in tasavvuf şiirlerini yazmasında, tasavvufi bilgileri edinmesinde hiç şüphe yoktur ki Kürt Kasım dayanışması oldukça etkilidir. Sivas ve çevresinde ilk dışarı çıkışı ve İlçelerde bulunan dergahlarda aldığı bilgiler Veysel dünyasına yeni bir ufuk eklemiştir. Kürt Kasım iyi keman çalar ve sürekli Veysel’e eşlik ederdi[12]

Veysel Alevi Bektaşi kültürü içerisinde pişmiş, olgulaşmış yetişmiştir. Daha cumhuriyetle ilk buluşmasında çok kolay bütünleşebilmiştir. Yine bir yazarımızın deyimiyle “Aşık Veysel Cumhuriyet Dönemi halk şiirinde gelenekle beraber değişim ve dönüşümü başarabilmiş aşıklarımızdan biridir. Çağının şartlarını büyük bir ustalıkla değerlendiren Veysel bir halk filozofudur.”[13]

İşte Aşık Veysel’i evrenselleştiren de bu değerlendirmedir. Eğer o değişim ve dönüşüm sürecini başaramamış olsaydı, zaten bugünkü Aşık Veysel hiç olamazdı. Çünkü onda büyük olan da budur. Yani tekke geleneğinde yetişip, çağdaş şiire ulaşması onun Aşık Veysel olmasında en büyük unsurdur.

 

Not : Bu yazı Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın her beş yılda ve ayrı bir ilde yapmış olduğu “Uluslararası V11. Halk Kültürü Kongresi’nde sunulmuştur.

 

EYÜBOĞLU,Sabahattin, Yelken 73, Bütün Yönleriyle Aşık Veysel, Öz, Gülağ,1995 s.63

Sivrialan Köyünden Süleyman Doğan,85 yaşında, Ali Özsoy (1985 de öldü), Hıdır Dede (1976 da öldü) Bu iki kişi Sivrialan Köyünden Veysel’in hem en yakın arkadaşları, hem de Veysel’i etkileyen ve ondan etkilenen aydınlar (Dedeler)

Bahri Şatıroğlu’nun bana anlattıklası, YOL Dergisi, Sayı 1, s. 57,1999 Aşık Veysel’in Bektaşiliği ve Mürşidi Salman Baba adlı Makale

Hasgül 90 yaşında, Mescit Köyünde ve çocukluğunda Salman Baba’ya hizmet etmiş kişilerden

 Süleyman Doğan, Kürt Kasım’ın oğlu, Babası ile Veysel konusunda oldukça bilgi sahibi, Anası Kamer, yani Kürt Kasım’ın eşi de Ortaköy’de Mustafa Abdal Dergahında hizmet gören bir kadın derviştir.

 Mehmet Öz (1971 de öldü), Veysel’in yakın arkadaşı, komşusu. Benim Dedem, bana anlatırdı

Özen KUTLU, Selam Olsun Kucak Kucak, Sıvas 1999

Koçak, Süleyman, 82 yaşında, Ali Dede’nin zakiri, Sivrialanlı Ali Özsoy’un bu gün Elmapınar Köyü’nde talipleri tarafından yapılan türbesi bulunmaktadır. Ali özsoy 1971 Yılında Suriye’de Hafız Esat’ın huzurunda Cem yönetmiştir. Bu bilgileri S. Koçak dışında Özsoy Dedenin oğlu, Cemal, Veli ve kızı İnci de doğrulamaktadır.

Bu konuda Müzisyen Ali Dinçal, İhsan Öztürk, Kubilay Dökmetaş ve Oktay Yılmaz’ın bilgilerine baş vurduk. Bu ilk üç kişi hem Veysel’e yakınlığı, hem de olayları çeşitli kaynaklardan dinleyerek yorumlamışlardır.

Aşık Veysel’in Gülağ Öz’e anlattıkları, Sivrialan Köyü 1970 yılı

Tuncal, Ali İhsan, Emlek Alevi Aşıkları, Kızılırmak yayınları,2000

Öz, Süleyman, Babam olan adı geçen Kürt Kasım ve Veysel ilişkilerini çok iyi bilenlerdendir. Çünkü bizim evle Veysel’in evi arasında Kürt Kasım’ın evi vardır. Babam küçüklüğünü anlatırken Veysel’le Kürt Kasımın evlerinin bir bölümünden delik açtıklarını ve buradan haberleştiklerini söylerdi. Bunu bazı kişilerle de teyit ettim
 

Tag: Aşık,veysel,hayatı,asık,veyslin,hayat,asik veysel,biyografisi

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol